Bu yazıyı yazıp yazmama konusunda inanın çok düşündüm.
Çünkü kaş yapayım derken göz çıkarmaktan çok ciddi endişe ettim.
Ama yine de yazmaya karar verdim.
Bediüzzaman’ı asrın
müceddidi görenlerdenim.
Etrafındaki talebelerini ve hizmetinde bulunanları da aynı Cemil
Meriç gibi hep ‘havariler ormanı’ olarak gördüm.
Bediüzzaman’a bırakın sahip çıkmayı ona talebe olmayı, uzaktan
selam verenlerin bile hapse atıldığı, sürgün edildiği, eziyet edildiği bir dönemde
onlar Üstad’ın yanında yer aldılar.
Bu, ateşken koru tutmak gibi bir şeydi o günler için.
Yürek isterdi, güçlü iman isterdi.
Üstad’ın talebelerinden Binbaşı Asım Abi’nin cenazesinin
kılınabilmesi için eşinin kapı kapı ‘adam’ araması örneği bile o günlerin
çilesini anlatmaya yeterlidir sanırım.
Ben Üstadı ve risaleleri Hizmet Hareketi sayesinde tanıtım.
İmanımın kurtulmasında Risalelere, dolayısı ile o Risaleleri
günümüze taşıyan Üstad’ın Talebelerine ve Fethullah Gülen Hocaefendiye/Hizmet’e
çok şey borçluyum.
Üstad’ın Talebelerine bakış açımda Fethullah Gülen
Hocaefendi’nin büyük rolü olduğunu da belirtmek isterim.
Hocaefendi’den bugüne kadar Üstad’ın Talebeleri hakkında hep
hürmet ve saygı ifade eden cümleler duydum. Onları hep aziz tutuğunu gördüm ve
işittim.
Bu anlatımların tesiri ile de onları hep ‘yeryüzüne inmiş insan
görünümlü melekler’ olarak düşündüm.
Yıllar önceydi. Yanlış
hatırlamıyorsam 1990 yılıydı. Anadolu’nun bir şehrine Rahmetli Bekir Berk
abiyi, Rahmetli Birinci Abiyi ve Mehmet Fırıncı Abiyi sohbet için davet etme
cüretini göstermiştim. Cüret diyorum çünkü ben kimdim ki onları davet
edecektim?
Nezaket gösterip gelmişlerdi. Bu Üstad’ın talebeleri ile ilk
karşılaşmamdı. İnanın elim, ayağım birbirine dolaşmıştı. Ne diyeceğimi, ne
yapacağımı bilememiş, ellerine kapanmıştım. Tahmin edeceğiniz üzere
tevazularından ellerini öptürmemişlerdi.
Rahmetli Bekir Berk Abi, sohbette ne anlatayım diye sormuştu da
ben de ‘bize Üstad’tan bahseder misiniz’ demiştim. O da oturduğu yerden
heyecanla kalkmış haddimin fevkinde ‘sen Üstadın Veysel Karani’sisin diyerek
sarılmış iltifatta bulunmuştu. Elbette bu iltifatı benim gibi biri için teşvik
amaçlıydı.
Ama dünyalar benim olmuştu.
Yıllar sonra TVNET’te ve BugünTV de yaptığım programlara Mehmet
Fırıncı abiyi davet etmiştim. Zahmet edip gelmişti. Benim için tarihi
programlardı. Bırakın yayında karşılıklı konuşmak, aynı karede olmak bile benim
için şerefti.
Derken bugünlere geldik.
Fethullah Gülen Hocaefendi ve Hizmet Hareketine karşı cadı avı
başladı. Eğitim müesseselerine el koymalar, burs verdi diye, yurt yaptırdı diye
kadın, yaşlı demeden hapislere atmalar, mallara el koymalar, hakaretler,
işkenceler, linç girişimleri, hapishanelerde infazlar...
Gönül isterdi ki Üstad’ın Talebeleri bu cadı avına karşı
dursunlar. ‘Hayır Hizmet Hareketine gönül verenlere terörist diyemezsiniz, bu
zulmü yapamazsınız’ desinler.
Ama olmadı, demediler.
Bırakın itiraz etmeyi içlerinden bazıları Hizmet’e gönül
verenler ve Hocaefendi hakkında ağır sözler söylediler. Hocaefendi’nin Amerikan’ın
emrinde olduğunu ifade edenler bile oldu.
Yakılan ateşi söndürmek yerine kürek kürek odun taşıdılar.
Yayın hayatı boyunca hep ‘menfi söylem’ üzere nam yapmış Akit
gazetesine röportajlar verdiler. Bu gazetenin köşelerinde Nur camiasından
isimler yazılar yazmaya başladı. Kendilerini Akit gazetesine pek bir yakın
hissettiler. Ve bu yakınlıktan pek bir mutlu oldular.
Havuz medyasında Hocaefendi ve Hizmet Hareketi hakkında ağır
iftiraların atıldığı programlarda boy gösterdiler.
Hele bu süreçte -Allah gani gani rahmet eylesin- Cemal Uşak’a
yaptıkları vefasızlık var ki onu hiç hazmedemiyorum.
Yeri gelmişken bahsetmez isterim.
Cemal Uşak, Nur camiasının önde gelenlerindendi. Mehmet Fırıncı
Abi’nin de yakın akrabasıydı. Cemal bey ile (müsaadeniz yazımın bu kısmından
itibaren Cemal abi diye yazacağım) yıllarca omuz omuza Nur Hizmetinde
bulunmuşlardı. Cemal abi Nur Camiası’nın önde gelenlerindendi.
Cemal abi, Üstadın talebelerinin ‘izni ile’ 1995 yılında Gazeteciler
ve Yazarlar Vakfı’nda göreve başlamış, tam 20 yıl bu vakıfta hizmet etmişti.
Gün geldi, cadı avı başladı. Cemal abi o ağır kanserli hali ile
bir sabah erkenden ülkesini terk etmek zorunda kaldı.
Yoksa tutuklanacaktı. Hakkında yakalama kararı vardı.
O gün Zaman gazetesindeki arkadaşları aramış Nur Camiasının önde
gelenlerinin telefonları vermiş tek tek arayıp görüş alsanız iyi olur diye rica
etmiştim. Sağ olsunlar onlar da aramışlardı.
Ama tahmin edebileceğiniz gibi bir teki bile ağzını açıp ‘olur mu böyle şey, Cemal Uşak nasıl terörist
olabilir, bu yapılan haksızlıktır’ diyememişti.
Kahrolmuştum. Cemal abi gibi melek gibi bir insana böyle bir
vefasızlık nasıl yaparlardı? Hatta samimiyetimin olduğu bir isme telefon açıp ‘yazıklar olsun bu mu sizin vefanız? Bu mu
sizin dostluğunuz? Ben ki Cemal abiyi 20 yıldan beri tanıyorum ve feryat
ediyorum bu haksızlığa. Siz ki 40 yıldan beri tanıyorsunuz, hiç mi vicdanınız
sızlamadı, sokakta bir kediye bile eziyet edilse susamayız, siz Cemal abi için
sesinizi çıkarmıyorsunuz’ diye sitem etmiştim.
Bu telefon konuşmamı aylar sonra Cemal abiyi yurt dışında sürgünde
iken ziyaretine gittiğimde anlatmıştım. Ağır kanser hastasıydı ve son günlerini
yaşıyordu, bir deri bir kemik kalmıştı. Kederli ve mahzun bakışlarla dinlemiş
ve ‘Erkamcığım inan bana hiç şaşırmadım’ demişti. Eski dostlarına karşı kalbi
buruk ve kırık bu dünyadan göçtü, gitti.
Yazımın git gide sertleştiğinin farkındayım. Duygularıma hakim
olmam ve Üstad’ın hatırına burada firene basmam lazım.
Yazımın başlığına ‘Üstad’ın talebelerine bakış açım’ demiştim.
Bir taraftan Üstad’ın havariler ormanından bir ağaç olma
bahtiyarlığı ve kahramanlığı, bir taraftan da son dönemde yaptıkları bunca
vefasızlıklar, iftiralar, hakaretler ve ateşe odun taşıma telaş ve gayretleri.
Birbirine o kadar zıt ki.
Peki, bütün bu yaşanmışlıklardan sonra onlara olan bakış açımı, onlara olan duygularımı
nasıl ayarlamam gerekirdi?
İnanın bunu çok düşündüm. Zannediyorum benim gibi pek çok kişi
de aynı konuyu düşünüyordur.
Geldiğim nokta şu,
Hayat denen filim şeridinde takdir edilecek ve çok saygı
duyulacak kareler olduğu gibi utanılacak kareler de olabiliyor. Üstadın
havarileri olmuş olmalarından dolayı ‘o karelerine’ hep saygı duyacağım, hep
takdir ve minnet ile yad edeceğim. Ama cadı avı dönemindeki karelerine asla.
Temennim, dileğim ve duam hesabın mahşere, Mahkeme-i Kübra’ya
kalmaması, kul hakkı ile öbür dünyaya gidilmemesi ve helalleşmenin dünyada
olması.
Ve peşinden gittikleri Reisleri ile ve cadı avında aynı düzlemde
bulundukları Perinçek ile beraber haşrolmamaları.