29 Mayıs 2010 Cumartesi

Bu Ergenekon Başka Ergenekon

Bu Ergenekon Başka Ergenekon

Üç ayrı Ergenekon’umuz var artık. Ama üçü de birbirinde çok farklı. Şimdi kısaca teker teker bu üç Ergenekon’u masaya yatıralım.
Birincisi Türklerin tarih sahnesine çıktıkları Ergenekon destanı. .
Efsaneye göre düşmanları tarafından hile ile yenilgiye uğratılan Türklerin kökü kazınmak istenir. Yalnızca bir çocuk kurtulur. O çocuğu da dişi bir kurt emzirir. Bu çocuk üzerinden Türkler Ergenekon ovasında yeniden çoğalırlar. Çoğalıp ovaya sığamaz olunca, büyük bir ateş yakarak dağı eritip çıkış yolu açarlar. Efsaneye göre çıkışta bir bozkurt, Türkler'e yol gösterir. Türkler, bozkurtun önderliğinde, Ergenekon'dan çıkarlar.
Yani tarih sahnesine çıkışın destanıdır bu Ergenekon.
Gelelim ikinci Ergenekon’a. Bu Ergenekon’u artık hepimiz çok iyi biliyoruz. Bir efsane değil. Darbe ve suikast planları yapan, Türkiye’yi cephaneliğe çeviren karanlık bir çete. Kanlı bir örgüt.
Planlanan bütün pisliklerin ortaya çıktığı, milletçe uçurumun kenarından döndüğümüz sürecin adıdır bu Ergenekon.
Şimdi hepinizin merak ettiği üçüncü Ergenekon’a gelelim.
Bu Ergenekon dünyanın dört bir yanında eğitimcisi ve iş adamı ile bütün bir milletin, el ele gönül gönüle ortaya koyduğu eğitim hamlesidir. Dünyada millet olarak yeniden varım diyenlerin sesi ve soluğudur.
Bu üçüncü Ergenekon birincisi gibi efsane değil, tamamen gerçektir. İkincisi gibi bu milletin önünü kesmek, dünyaya kapılarını kapatmak için yola çıkmış bir oluşum da değildir. Tamamen Anadolu insanının dişinden tırnağından arttırarak yaptığı sevgi hamlesidir. Türkiye’den dünyaya uzanan sevgi elidir. Bu bir şahlanış, bu bir ben de varım demektir.
Hepimiz ekranlardan izliyoruz. Hem de gururla ve gözyaşları ile Türkçe olimpiyatları için 115 ülkeden gelen rengarenk çocukları.
Peki, neden bu gözyaşları? Neden bu çocukları izlerken benim gibi pek çok kişi ağlıyor?
Ezilmiş, bastırılmış, eli kolu bağlanmış, onuru kırılmış bir milletin yeniden şahlanışı diye mi?
İddia ediyorum Türkçe; Türklerin Ergenekon ile dünya sahnesine çıkmasından bu güne hiç bu kadar yayılmamıştı. Kolombiya’dan Kamboçya’ya, Madagaskar’dan, Sibirya’ya kadar.
Bu Ergenekon milletçe hapis kaldığımız misakı milli sınırlarının dışına taşıp bütün dünyaya çıkışın adıdır.
Bu çocukları gözyaşları ile seyrederken başta bu hareketin mimarı Sayın Gülen olmak üzere Türkçenin kahramanları fedakâr eğitim gönüllülerinin ellerini hürmet ve saygı ile öpüyorum.

Erkam Tufan Aytav

Türkçe Olimpiyatları ve Atatürk

Türkçe Olimpiyatları ve Atatürk

Belki bilmeyenleriniz olabilir. Haftada iki gün Analiz adı altında Burç FM’de program yapıyorum.
Bu hafta dosya konum Türkçe olimpiyatlarıydı. Konuklarımdan biri de Toktamış Ateş’ti.
Sohbetimiz geldi çattı Atatürk’ün idealleri, hayalleri açısından Türkçe olimpiyatlarını değerlendirmeye.
Toktamış hocaya şunu sordum; Atatürk bugün yaşasa idi 115 ülkeden gelen gençlerin Türkçe konuşmalarına, Türkçe için yarışmalarına ne derdi? Dünyada Türkçenin bu kadar yaygınlaşması karşısında neler düşünürdü?
Bu soruyu sormakla birlikte ‘Atatürk bugün yaşasaydı’ cümlesi ile başlayan ifadeleri pek sevmem. Bu genellikle Atatürk’ü dogma haline getirenlerin veya 1930’ların dünyasına sıkışmışların çok sık kullandıkları bir ifadedir bu.
Türk diline büyük önem vermiş, Türk Dil Kurumunu kurdurmuş, ‘milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkartmalıyız’ demiş ve bunu hedef göstermiş bir Atatürk gerçekten 115 ülkeden gelmiş Türkçe konuşan gençleri görseydi ne derdi, nasıl düşünürdü acaba?
Kimsenin Atatürkçülüğünden şüphesi olmayan Toktamış hoca bu sorunun tam muhatabı diye düşündüm ve sordum. Aldığım cevap çok çarpıcıydı. Hoca aynen şunları söyledi;
‘Atatürk; Türkçe olimpiyatlarını yapanların, emeği geçenlerin alınlarından tek tek öperdi hiç kuşkun olmasın. Dünyanın her yerinde o öğrencileri yetiştiren öğretmenlerimizin özverisinin, çabalarının değerinin ölçülmesi mümkün değil’.
Ben de aynı kanaatteyim. Evet, Atatürk bu öğretmenlerin alınlarından tek tek öperdi.
Şimdi kimileri açısından ilginç, kimileri açısından ters gelecek bir tespitte bulunmak istiyorum.
Diyorum ki eğer Atatürk ilke ve inkılâpları olmasıydı, bütün dünyada kabul gören, insanların çocuklarını vermek için yarıştıkları bu okulları açmak mümkün olamazdı. Dolayısı ile Türkçe olimpiyatlarını düzenlemek de mümkün olamazdı. Düşünsenize başlarınızda fesler ve Arap harfleri ile dünyanın neresine okul açabilirdiniz?
Bu fikri belki çok uçuk görebilirsiniz. Eğer Atatürk olmasa idi Osmanlı kendi süreci içinde zaten bu yöne evirilecekti ve eviriliyordu da diyebilirsiniz. Veya konuya başka türlü yaklaşıp batılılaşma sürecini yerden yere de vurabilirsiniz.
Ama gelinen nokta itibarı ile Türkiye’nin mevcut ‘vizyonu’ bu okulların açılmasında çok ciddi bir alt yapı oluşturmuştur.
Bu okullar Cumhuriyetin kazanımı ve sonucu olduğu gibi bu okulların meyveleri de Türkiye’nin kazanımıdır.
Çünkü Türk okullarının dünyanın her yerinde varlığı milli kültürümüzün küresel dünyada dolaşıma girmesi, küreselleşme içinde kendisine yer bulması demektir.
Bu öğretmenler sayesinde Türkiye sevgisi okulların açıldığı her yerde yaygınlaşmaktadır. Hem de devletin kasasından tek kuruş almadan. Aynı Milli mücadeledeki gibi fedakârlık temeli üzerine.
Evet, bu bir başlangıçtır, okullar daha yeni yeni meyve vermektedir. Ama bu geleceğin Türkiye’si adına ümit tohumlarıdır.
Bu sebeple Atatürk bu Türkçe kahramanları genç öğretmenlerin alınlarından tek tek öperdi.
Demek yıllarca sadece Türkçenin lafını etmişiz. Muasır medeniyetin üstüne çıkalım deyip oturmuşuz. Ama birileri laf değil iş yapmış. Hem de her şeye rağmen. Şimdilik bu her şeye rağmenin sadece altını çizip dikkatinizi çekiyorum. Her şeye rağmen ne demek bunun açılımını başka bir yazıya bırakıyorum.
Bu işler Çiçek Pasajı’nda oturup rakı içerken memleket kurtarmaya benzemez. Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz.
Erkam Tufan Aytav
4 Nisan 2009

28 Mayıs 2010 Cuma

Sayın Sarıgül parti kurarsa plan bozulur mu?

Sayın Sarıgül parti kurarsa plan bozulur mu?

Baykal’ın gidişi ve Gandi Kemal lakaplı Kemal Kılıçdaroğlu’nun gelişi üzerine senaryolar havalarda uçuşuyor.

Kasetin dış bağlantılar üzerinden kotarıldığını iddia edenler de var, Ergenekon üzerinden açıklayanlarda. Veya her ikisi birden.

Darbelerle, anti demokratik yöntemlerle AKP’yi alaşağı edemeyeceklerini gören mihraklar tek çareyi Deniz Baykal’ı götürmekte buldular senaryosu en yaygın olanlardan.

Senaryo şöyle; Sayın Baykal ile %20 oyu geçmesi mümkün gözükmüyordu CHP’nin. Darbe de yapamıyorlardı. Bütün planları daha uygulama safhasına geçmeden deşifre oluyordu. O zaman sandıkta patlama yapabilecek birinin partinin başına getirmesi gerekiyordu.

Sayın Baykal partinin başından gitmeye direnince kaset piyasaya sürüldü.

Evet, senaryo böyle. Dedim ya senaryo, hiçbir şeyin gizli kalmadığı ülkemizde neyin ne olduğunu zamanla göreceğiz.

Ama her kim o çekimi yaptı ise amaçlarına kesin ulaştıklarını söyleyebiliriz. En azından şimdilik.

İnsanın dost bildiklerinden kazık yemesi kadar ağır bir şey yoktur. Kullanılıp kullanılıp atılmak buna denir işte.

Yıllardan beri kendisini alkışlayanlar birden bire sırtlarını döndüler.

Sayın Baykal’ın istifa ettiğindeki milletvekili ve delegelerin gözyaşlarını hatırlayın ve bir de evinin önündeki ölüm oruçlarını.

Sonra ne oldu ise her şey birden tersine döndü. Gözyaşları ve ölüm oruçları unutuldu, rekor denecek bir oy ile Sayın Kılıçdaroğlu partinin başına geçti.

Çok garip bir tornistandı. Birkaç gün içinde neler döndü henüz bilmiyoruz.

Malum medyanın tavrı da ibretlikti. Sayın Baykal’ın bitirilmesi ve defin işleriyle bizzat meşgul oldular. En son ortaya attıkları yat satın aldığı haberi de mezarın üzerine beton dökme gayretiydi.

Ve Sayın Baykal kesinlikle geri dönmemeliydi.

Malum medya hatırlarsanız ıslak imzalı, TUBİTAK, Jandarma Kriminal, Emniyet Kriminal onaylı raporlara rağmen Albay Çiçek’in belgesine inanmamıştı. Ama Sayın Baykal’ın olduğu iddia edilen görüntülere anında inandı. Hele bir araştırılsın, uzman görüş alınsın demedi. Çok ilginç değil mi?

Sayın Baykal’ın bitirilmesi ve Gandi Kemal lakabı ile Sayın Kılıçdaroğlu’nun piyasaya sürülmesi böylesine ilginçliklerle devam ediyor.

İstanbul sermayesinin ‘Gandi Kemalle’ anlaştığını, var güçleri ile desteklediklerini, Sayın Baykal’ın geri dönmesinden ve Sayın Sarıgül’ün parti kurmasından büyük endişe duyduklarını bilmem ifade etmeme gerek var mı?

Sayın Baykal dönebilir mi pek emin değilim ama Sayın Sarıgül’ün partisini kurması hesapları bozabilir.


Erkam Tufan Aytav
28 Mayıs 2010

25 Mayıs 2010 Salı

Yemen’de savaşıp Burma’da şehit düşen Mehmetçiğin hikâyesi.

Yemen’de savaşıp Burma’da şehit düşen Mehmetçiğin hikâyesi.

Adı Yemen’dir gülü çemendir, giden gelmiyor acep nedendir?
Yemen adının zihnimizdeki tedaisi hüzündür. Gözyaşıdır, hasrettir. Yüz binlerce Mehmet’in gittiği, ama dönemediği yerdir. Yemen değince kalbi burulmayanımız yok gibidir.
Yemen Turizm bakanlığının THY, Mercure, Aden otelleri ve Safatur’un sponsorluğunda daveti gelince ne kadar heyecanlandığımı anlatamam.
Yemen’in Osmanlı açısından stratejik öneme sahip olmasının sebebi Mekke ve Medine’nin yani kutsal toprakların güvenliği içindir. Bu sebeple asırlarca Yemen eyaletimiz olarak kalmıştır.
Yemen ziyaretimiz esnasında başkent Sana’a’yı, Aden’i ve Taiz’i görme fırsatımız oldu. Aden Hint okyanusu ve Kızıldeniz kıyısında bir şehir. Ben böyle sıcak ve nemli şehir görmedim. Nemin yüzde doksanları bulması sıcaklığı daha bir çekilmez kılıyor. Oteldeki çeşmeden su sıcak/ soğuk yerine, sıcak/ çok sıcak şeklinde akıyor. Sebe Melikesi Belkıs döneminden kalma su kuyuları hala mevcut.
Yemen’in diğer şehirlerinde olduğu gibi burada da fedakâr Türk öğretmenlerin görev yaptığı bir de okul bulunuyor. Müdür Cemal Bey burada çok mutlu olduklarını söylüyor. Yetiştirdikleri öğrenciler pırıl pırıl. Bir öğretmen arkadaşa adını soruyorum Ali diyor. Memleketin diye sorduğumda ise Adıyemenliyim.
Aden’den Taiz’e karayolu ile 3 saatte vardık. Sürekli yokuş çıkarak varabiliyorsunuz Taiz’e. Bu şehirde Aden’in kavurucu sıcağını bulmanız mümkün değil, oldukça güzel ve serin bir şehir Taiz. Arabadan inemeyecek kadar doluya tutulduğumuzu da burada ifade edeyim. San’a’a da en yüksek şehri Yemen’in. Rakım 2400 metre.
Yemen bütün şehirleri ile mutlaka görüşmesi gereken bir ülke. Osmanlı izlerine her yerde rastlıyorsunuz.
100 bin civarında Türk’ün yaşadığı söyleniyor Yemen’de. Peki, bu Türkler Yemen’e nasıl gelmişler ve buralarda neden kalmışlar?
Bu Türklerden bir kısmı Osmanlı zamanında tayin ile buralara gelenler. Başkent Sana’a da son akşam bizi evinde ağırlayan Necat Abla’nın dedeleri de bu şekilde gelenlerdenmiş. Büyük dedesi birinci dünya savaşı öncesi askeri mühendis olarak İstanbul’dan gelmiş ve kalmışlar. Necat abla gerçek bir Osmanlı hanımefendisi. Aynı zamanda da toplum sosyolojisi üzerine çalışan bir akademisyen. Türkiye’de akrabalarınızı bulabildiniz mi diye soruyorum, bütün Türkiye benim akrabam diyor. Taiz’i ziyaretimiz esnasında gene bu şekilde Yemen’e gelip kalan bir Türk aile ile de tanışma fırsatımız oldu. Bizleri çok sıcak karşıladılar. Dedeleri Konya’dan gelmiş, daha sonda da buralarda kalmışlar.
Mondros ile Yemen elimizden çıkınca vaktinde tayin olup gelen Türkler dönmeye başlamışlar. Bunun üzerine Yemen yönetimi devlet idaresinde kalifiye elaman sıkıntısı çekmiş. Yönetimin isteği üzerine özelikle silahhanelerde, telgrafhanelerde çalışacak teknik elemanlar alıkonmuş. Hatta gerçek anlamda bir münevver olan Osmanlı Paşası Ragıp Paşa Yemen dış işleri bakanı olarak 30 yıl boyunca istihdam edilmiş.
İsminin sonu –i ile bitiyorsa mutlaka Türk soyundanmış. Fahri, Şemsi, Hilmi gibi. Mesela Yemen’e ilk gelen kişinin adı Hilmi ise o sülaleye Beyti Hilmi denirmiş.
Şimdi gelelim Yemen’i savunmak için giden Mehmetçiklerimize ve insanın içini acıtan hikâyesine.
Giden gelmiyor acep nedendir?
Hemen söyleyeyim Yemen’de en çok görmek istediğim şehitliğimizdi. İstiyordum ki kabirlerini ziyaret edeyim, topraklarını öpeyim, başları okşar gibi mezar taşlarını seveyim. Maalesef bir tek şehit kabrine rastlamadık. Şehitlerimizi Yemenliler, ‘bunlar Müslüman’ diye kendi kabirlerine defnetmişler, vahhabi âdetinin etkisi ile de hiç birinin yeri yurdu belli değil maalesef.
Şehitlerimizin büyük kısmı çatışmadan değil hastalıklardan, soğuktan, açlıktan kırılmış. İşte gidip de dönemeyen Mehmetlerin sayılarının 500 ila 600 bin olduğu söyleniyor.
Osmanlı ordusu Yemen’e Kızıldeniz’e kıyısı bulunan Hudeyde limanından çıkartma yapıyor. Biraz önce yazımda Aden, Taiz ve San’a güzergahından bahsederken ülkenin dağlık coğrafi yapısını nazara vermiştim. İşte Mehmetçik bu zorlu güzergâhtan Sana’a’ya varmak için üzerindeki teçhizat ile yürümeye başlıyor. İlk olarak 70 km uzunluğu alan Tihame çölünü 7 günde geçiyorlar.
Arkasından da dik yokuşlar başlıyor binlerce kilometre. Hani Yemen türküsünde ‘burası Huştur yolu yokuştur’ diyor ya. İşte Huş zorlu, dik Sana’a güzergahı üzerinde bir şehir. Açlık, hastalık, yorgunluk, sıcak, soğuk Mehmetçiği perişan ediyor. Büyük bir kısmı kabirleri bile belli olmayacak şekilde şehit düşüyor.
Peki, şehit olmayanlar ne oluyor?
Mehmetçiğin ya Suudi Arabistan üzerinden Türkiye’ye gelmesi lazım. Ancak bu oldukça zor ve tehlikeli. Çünkü hem çöl, hem de Şerif Hüseyin Osmanlı’ya ayaklanmış durumda.
Ya da Aden şehrindeki İngiliz askerlerine teslim olması lazım. Bu durumda Mısır’da ki esir kamplarına götürülmesi ve ateşkes olduktan sonra teslim edilmesi söz konusu.
Şimdi size çok ilginç bir bilgiyi paylaşmak istiyorum. Geçenlerde pasifik ülkesi Burma’dan (Myanmar) oradaki okulun müdürü Rıfat Büyük ile röportaj yapma fırsatım olmuştu. Bana Burma’da dört ayrı Türk şehitliği olduğundan bahsetmişti. Nasıl olur Burma’ya hiç Mehmetçik gitmedi ki der demez bunlar Yemen’de savaşıp İngilizlere esir düşmüş Mehmetçikler deyiverdi.
Aman Allahım, Yemen’den Burma’ya.
İngilizler sömürge ülkesi Burma’ya madenlerde, yollarda çalıştırılmak üzere 400 civarında Mehmetçiği götürmüşler. Eşini çocuklarını, annesini, babasını bırakıp Yemen’e giden, esir düşüp dünyanın öbür ucunda esir, ırgat olarak ömrünün sonuna kadar çalıştırılan Mehmetçiğin hazin ve bilinmeyen hikâyesi. Anadolu’nun bir köyünden başlayan, Yemen dağlarında veya Burma’da son bulan binlerce hikâye.
Acılar, hasretler, gözyaşları bilen duyan var mı?
Adı Yemendir gülü çemendir giden gelmiyor acep nedendir?

Erkam Tufan Aytav
25 Mayıs 2010