Gezi Yazılarım

ABD Kasım 2010
ABD'deki Türk ve Balkan Diasporası

ABD’nın Michigan eyâletinin en büyük şehri olan Detroit’te Balkanlar’dan göç etmiş Boşnak bir ailenin evinde akşam yemeğindeyim.

Yanımda Türkiye’den beraber geldiğim Prof. Dr İlber Ortaylı oturuyor. Karşımda ev sahibimiz Red Tokoviç, akrabası Huzeir Lekovic ve eşleri, masanın öbür tarafında yine Balkanlardan göç etmiş Makedon ve Arnavut akademisyenler.

Türk, Arnavut, Tatar (ben ve İlber hoca Kırım Tatarıdır), Makedon, Boşnak neşe içinde sanki yıllardan beri tanışıyormuşcasına sohbet ediyoruz. Masada sımsıcak bir hava var. Şakalar espiriler gırla gidiyor.

Tuz var mı diye sorduğumda ev sahibi Boşnak ‘yok valla’ değince kahkahayı basıyoruz. Sadece Boşnakçada değil bütün Balkanlarda bu Türkçe kelime aynen kullanılıyormuş.

Düşünüyorum da bizi ABD ‘de gurbette aynı masada yıllardan beri birbirimizi tanıyormuşçasına sıcak kılan ne?

Aynı coğrafyanın çocukları olmamız mı? Yoksa Devlet-i Aliye ortak paydası mı?

***

Geçenlerde Prof. Dr. İlber Ortaylı ile birlikte FEBA’nın (Federation of Balkan American Associations/ http://www.balkanamerican.org) davetlisi olarak Newyork ve Ditroit’te gitme fırsatım oldu.

Açıkça söyleyeyim daha önceden FEBA’dan yani Balkan Amerikalıları Federasyonundan pek haberim yoktu. Sadece Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün FEBA’nın bir toplantısına gitmesi üzerine medyadan gözüme ilişmişti.

ABD’ye göç etmiş Balkan ülkeleri vatandaşları -ki bunlar içinde pek çoğu ABD vatandaşı olmuş yada yeşil kart almış kişiler- bütün ABD de örgütlendikleri gibi kendi aralarında da bir fedarasyon kurmuşlar. İşte bu federasyona FEBA deniyor. İçlerinde Türkler, Arnavutlar, Boşnaklar, Makedonlar, Bulgarlar olduğu gibi Ahiska Türkleri ve Tatarlar da mevcut.

Bu federasyonun amacı kendi kimliklerini muhafaza ederek ABD de yaşamak ve bir sivil toplum örgütü olarak isteklerini hükümete organize bir şekilde ulaştırmak. Aslına bakarsanız birşeklide lobi oluşturmak.

ABD’de içinde Anadoludan göç etmişleri ve Ahiska Türklerini de katarsak 2 milyona yakın Balkan göçmeni var.

Bunu 400 bini Boşnak, 300 bini Türk, 420 bini Arnavut, 200 bini Müslüman Makedon, 200 bini de Bulgar. Tabii bunlar FEBA tarafından tespit edilebilenler.

Burada tespit edilebilenler diyorum, bu önemli; çünkü ABD kendisine göç edenleri ikinci nesle kalmadan yutuyor. Zamanla ne dil kalıyor ne de din. Kimliğinden arınarak bir çeşit dünya vatandaşı oluveriyorlar. En büyük sorun da bu zaten. Sorunun adı asimile olup yok olmak.

Yanlış anlaşılmasın ABD içinde yaşayan halkları herhangi birşekilde baskı uygulamıyor. Hatta kimliklerini yaşamaları için fırsatlar bile sunuyor. Ama mevcut yaşam tarzı ve rehavet insanları yutuveriyor.

Din diasporada daha bir önem kazanıyor, eğer dinsel kimliğiniz ağır basmıyorsa yada daha kestirme ifade ile dindar biri değilseniz kaybolmanız mukadder.

ABD’nin asimile edemediği tek millet belkide Yahudiler. Dini kimlikleri onları canlı ve diri tutmuş. Mutlaka çocuklarını kendi okullarına gönderiyorlar, sağlam bir kimlik aşılıyorlar.

Balkan Müslümanlarının camileri yok değil. Sadece Boşnak ve Makedonların 30’a yakın camileri var, ama ne varki gençlere hitap etmiyor,

İşte FEBA Türk ve Balkan diasporasına sahip çıkmaya çalışıyor. Bu insanların ellerinden tutuyor. Bu güne kadar Amerika’da 80 ayrı noktaya dağılmış durumda olan Türk ve Balkanlılara yönelik, ancak 17 noktada koruyucu ve yetiştirici etkinlikler düzenleyebilmişler.

Eğitici, birleştirici, tanıştırıcı, paylaştırıcı aktiviteler düzenlemek suretiyle Türk ve Balkan toplumlarının birbiriyle kaynaşarak hem de asimile olmadan entegrasyonunu sağlamayı planlamışlar.

Açtıkları kültür merkezleri ile çok ciddi çalışmalar içerisindeler. Her bir Balkan milleti bu kültür merkezlerinde bir araya geliyor düğünlerini yapıyor, bayramlarını kutluyor. Ihtiyaç sahiplerine sahip çıkılıyor, burslar veriliyor, Türkiye’ye geziler düzenleniyor…

Sonuçta ne mi oluyor?

Kardeş Balkan ve Türk toplumlarını Balkan – Amerikan kavramı altında toplayarak ortak değerler etrafında bir araya getirilmiş oluyor. Ortak programlarla zaten yakın olan bu halkların tanışmalarını ve kaynaşmalarını sağlayarak onların asimile olmalarını önleniyor.

Evet, sonuçta Balkan ülkeleri ve Türkiye lehine ortak ve organize bir lobi gücü oluşmuş oluyor.

ABD’de toplam bir milyon Rum olduğunu ve bu nüfusun lobi adına gücünü düşündüğünüzde 2 milyonu bulan bu Balkan ve Türk diasporasının ne anlama geldiğini anlarsınız.

Tebrikler FEBA





9 Kasım 2010 Kazakistan
Astana’dan herkese merhaba

Dünya manevi kültür forumu vesilesi ile Kazakistan’ın başkenti Astana’dayım.

En son 5 yıl önce gelmiştim bu şehre. 1991 yılında Kazakistan bağımsızlığını ilan ettiğinde başkenti Almatı idi. Yıl 98’e gelince de başkent eski adı Akmola olan Astana şehri oldu.

Çin sınırındaki Almatı yerini Rusya’ya daha yakın ve Rus nüfusunun daha yoğun olduğu Astana’ya bıraktı. Ortaasya halklarının kadim düşmanı hep Çin olmuştur. Kırgızların meşhur Manas destanı baştan sona Çinliler ile alan savaşları anlatır. Bağımsızlığın ilk yıllarında Almatı’da bir Kazak yetkilinin her gün sabah kalktığımızda gözümüz Çin sınırında dediğini hiç unutmam.

Nursultan Nazarbayev’in başkentin yerini değiştirmesinde Çin faktörünün önemli olduğunu düşünüyorum. Bir başka etken de kuzey Kazakistan’da Kazak nüfusunun azlığı. Bu durum Kuzey Kazakistan topraklarını tartışmalı duruma getirebilirdi. İşte Nazarbayev 200 bin nüfuslu, kışın hava sıcaklığının -40’ları bulduğu, bir nevi sürgün yeri olan eski adı ile Akmola’yı başkent yaptı. Ve kalktı sarayını bu küçük kuzey kasabasına taşıdı. O yıllar hatırlıyorum, pek çok devlet kuruluşu ve büyükelçilikler güzelim Almatı’yı bırakıp da Astana’ya gitmeyi hiç istememişlerdi. Hatta taşınma konusunda yıllarca ayak sürttüklerini biliyorum.

Aynı Türkiye Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi, başta diplomatlar olmak üzere kimse İstanbul’u bırakıp Orta Anadolu kasabası olan Ankara’ya gitmek istememişlerdi. Zamanla Ankara başkent oldu ama sadece bir kurum başkente taşınmadı o da medyamız. Halen Ankara’da iki muhabir ve bir temsilci ile idare ediliyorlar.

Gelelim biz gene Astana’ya. Başkent olalı üzerinden12 yıl geçti. O artık küçük şehir yerini muhteşem bir şehre bırakmış. Adeta şehir baştan sona yeniden dizayn edilmiş. En son geldiğim beş sene öncesinden ile bile büyük fark var. Dünyanın en büyük şehirlerinin meşhur binalarının birer benzerini burada bulabilirsiniz. Astana artık gökdelenlerin, şık binaların olduğu bir şehir. En çok dikkat çeken binalardan biri de Türkiye’den Sembol inşaatın yaptığı Hançadırı. Çadır şeklinde muhteşem bir inşa etmişler. Açılışı Nazarbayev’in yaş gününde yedi devlet başkanı ile birlikte yapılmış.

Uçaktan bakıldığında şehrin dizaynında ok ve yay görüntüsünün verildiğini söylüyorlar.

Havaalanından gelirken de yolun üzerinde muhteşem bir camii görüyorsunuz. Şehre girerken bu caminin önünden geçmek zorundasınız. Nazarbayev’in caminin yerini bizzat kendi belirlemiş. Bizimkilerin Ankara’yı dizayn ederken camileri unuttuklarını hatırlamadan edemedim. Mabetsiz bir şehir meydana getirmişlerdi. Kazaklar İslam kimliklerine önem veriyorlar.

Astana’daki son günümde başkanlığını Nazarbayev’in yaptığı Halklar Asamblesine de katılma fırsatım oldu. Çok ilginç bir kurum bu asamble. Bu ülkede yaşayan 130’dan fazla etnik unsurun temsilcileri bir araya geliyor ve meselelerini konuşuyorlar. Her etnik unsurun kendi gazetesini çıkartmaya, okullarını açmaya hakları var. Dillerini özgürce konuşabiliyorlar. Devlet Kazakistan topraklarında yaşayan bütün etnik unsurları tanıyor.

Nazarbayev asamblenin açılışında yaptığı konuşmada şu cümlesi dikkatimi çekti; ‘Kazakistan’ı kendi vatanı bilen, onun değerlerine sahip çıkan herkesi kucakladık. Ülkede yaşayan etnik unsurların dil medeniyet ve dinlerini korumaları ve yaşatmaları için imkanlar sağladık.’

Etnik unsurların kendi dillerinde eğitim hakkının da olduğunu öğrendim. Böyle bir hak olmasına rağmen sadece Özbeklerin isteği üzerine dili tamamen Özbekçe okul açılmış. Bu da bazı sorunları beraberinde getirmiş. Kazakça ve Rusçayı iyi bilmeyen bu gençler üniversitelerde sıkıntı çekmişler. Bu konuda Kazakistan bizden ileride diyebiliriz.

Meraklısına burada bir bilgi vereyim; Astana kelimesinin Asitane'den geldiği söyleniyor. Yani başkent demek.

Kısaca şunu diyebilirim; Kazakistan Avrasya’da bölgesel güç olma yolunda hızla ilerliyor.

Kazakistan’ın başkenti Astana’dan notlar şimdilik bu kadar


--------------------------------------------------------------------

ANTALYA 7 Temmuz 2010

Antalya’nın Kumluca ilçesi, alın size yurdum insanı….

Ayıptır söylemesi geçenlerde bir haftalığına Antalya’nın Kumluca ilçesine gittim.
Gidiş sebebim toplantı/ tatil karışımı bir şeydi. Daha önce Kumluca’yı hiç görmemiştim.
İyi ki de gidip görmüşüm.
Kumluca turizmin henüz girmediği buram buram Anadolu kokan bir ilçemiz. Sırtını Akdeniz’in yemyeşil Toroslarına dayamış, geniş bir ovanın denizle buluştuğu bir ilçe. Antik Likya’nın önemli kentlerinden biri olan Rhadiopolis’in üzerine kurulmuş.
Deniz isteyenlere sıfır kirlilik düzeyinde deniz ve muhteşem koylar, yayla isteyenlere Toroslarda yayla, tarih isteyenlere antik kent ve tarihin derinliklerine yolculuk. Daha ne lazım kardeşim size.
Tatil ve toplantılardan arta kalan vakitlerde Kumluca insanı ile de tanışma fırsatı buldum. Anlatılanlar karşısında ağzım açık kaldı desem abartmış olmam.
Lafı uzatmadan kestirmeden hemen şunu söyleyeyim Kumluca o kadar dinamik ve dünyaya entegre bir ilçe ki bir yurt dışı uçak seferleri eksik.
İşte Anadolu işte Anadolu kaplanları.
Üç dönemdir Belediye başkanı olan Hüsamettin Çetinkaya Milli Eğim kökenli, Kumluca’nın yerlisi ve halk tarafından çok sevilen bir insan.
Vatandaş başkanın ilçeye çağ atlattığından bahsediyor. İlçeye modern bir otogar, pizza kulesi şeklinde Kumluca müzesi ve nikah salonu, anfi tiyatro, devlet vatandaş işbirliği ile modern bir hastane, Anadolu öğretmen lisesi kazandırmış. İlçenin alt yapı diye bir problemi kalmamış.
Bir de Avrupa’da pek çok kıyı şehirlerinde bile olmayan bir biyolojik arıtma tesisi kurmuş ki bu sayede deniz pırıl pırıl ve tertemiz.
Şehrin en önemli geçim kaynağı seracılık. Her yer sera. En iyi domates, patlıcan, biber bizde yetişir diyorlar. Seraların etrafında tül perdeler dikkatimi çekti, sordum. Arılar kaçmasın diyeymiş. Döllenmeyi arılarla yapıyorlarmış. Böylelikle yeni bir şey de daha öğrenmiş oldum
Çalışkan Kumluca halkının ihracatının ana kalemini domates oluşturuyor. Yurt dışına gönderilen tır sayısı son bir yıl içinde 10.000 civarında. Nasıl iyi mi? Bir de bunun dolar olarak girdisini söyleyelim 200 milyon dolar.
Bir de bunun yanına iç piyasayı katın. Kumluca seracılığının geldiği boyutu daha iyi anlarsınız. Kumluca devletten hizmet olarak altığı katkının 4 katını vergi olarak veriyor.
Belediye her yıl nisan ayında karnaval havasında geçen, çok coşkulu seracılık şenlikleri düzenliyor. Böylelikle hem ulusal hem de uluslar arası medyada kendine yer bulabiliyor.
Halkın tek derdi seracılık değil tabii ki. Ama seracılık dem ve damarlarına öyle işlemiş olacak ki aynı seralar gibi gençliğin iyi yetişmesi için ilçelerinde okullar, yurtlar açmış. Bütün bunları devletten bekleyerek değil, sivil toplum olarak, aralarında para toplayarak yapmışlar. Yüzlerce ihtiyaç sahibi gence burs veriyorlar.
İlçe son SBS sınavında yüzde yüz doğru yapan bir öğrenci çıkarmış, ayrıca Türkiye dereceleri var. Uluslar arası bilişim olimpiyatlarında dünya üçüncülüğü, uluslar arası tasarım olimpiyatlarında dünya birinciliği, resim yarışmasında Türkiye üçüncülüğü, Afiş yarışmasında Türkiye üçüncülüğü…….
İster inanın ister inanmayın halkı ile gençleri ile böyle bir Kumluca. Ama şimdi söyleyeceğime inanmamız oldukça zor olabilir. Sıkı durun.
Kumluca halkının dünya ile entegre olmasına ve büyük düşünmesine, ufkunun ne denli açık oluşuna muhteşem bir örnek vereceğim.
Hayırsever Kumluca eğitim gönüllüleri Şili’de, evet yanlış duymadınız Güney Amerika kıtasında Şili’de eğitim çalışmaları yapıyorlarmış.
Bunu da duyunca gözlüğüm öne düşmüş, ağzım açık kalmış vaziyette artık bu kadarına da pes dedim.
Bu ne ki dediler komşu ilçe Finike de Peru’da okul yapmak için kolları sıvamış.
Aklıma oynatmak üzereyim, yeter artık daha fazla anlatmayın dedim.
Şehrin 2200 yıllık Rhadiopolis antik kentinden çıkan kitabede kralın çok cömert olduğu, insanlara yardım ettiği, hatta yatılı okul kurduğu yazılı. Binlerce yıl öncesi yaşanan bu güzel ahlak bu gün Kumluca’da yaşamaya devam ediyor.
İşte yurdum insanı, işte dinamizm, işte Kumluca…
Anadolu’yu tut tutabilirsen.

Erkam Tufan Aytav








--------------------------------------------------------------------------

YEMEN/ SAN’A 24 Mayıs 2010

Yemen’de savaşıp Burma’da şehit düşen Mehmetçiğin hikâyesi.


Adı Yemen’dir gülü çemendir, giden gelmiyor acep nedendir?
Yemen adının zihnimizdeki tedaisi hüzündür. Gözyaşıdır, hasrettir. Yüz binlerce Mehmet’in gittiği, ama dönemediği yerdir. Yemen değince kalbi burulmayanımız yok gibidir.
Yemen Turizm bakanlığının THY, Mercure, Aden otelleri ve Safatur’un sponsorluğunda daveti gelince ne kadar heyecanlandığımı anlatamam.
Yemen’in Osmanlı açısından stratejik öneme sahip olmasının sebebi Mekke ve Medine’nin yani kutsal toprakların güvenliği içindir. Bu sebeple asırlarca Yemen eyaletimiz olarak kalmıştır.
Yemen ziyaretimiz esnasında başkent Sana’a’yı, Aden’i ve Taiz’i görme fırsatımız oldu. Aden Hint okyanusu ve Kızıldeniz kıyısında bir şehir. Ben böyle sıcak ve nemli şehir görmedim. Nemin yüzde doksanları bulması sıcaklığı daha bir çekilmez kılıyor. Oteldeki çeşmeden su sıcak/ soğuk yerine, sıcak/ çok sıcak şeklinde akıyor. Sebe Melikesi Belkıs döneminden kalma su kuyuları hala mevcut.
Yemen’in diğer şehirlerinde olduğu gibi burada da fedakâr Türk öğretmenlerin görev yaptığı bir de okul bulunuyor. Müdür Cemal Bey burada çok mutlu olduklarını söylüyor. Yetiştirdikleri öğrenciler pırıl pırıl. Bir öğretmen arkadaşa adını soruyorum Ali diyor. Memleketin diye sorduğumda ise Adıyemenliyim.
Aden’den Taiz’e karayolu ile 3 saatte vardık. Sürekli yokuş çıkarak varabiliyorsunuz Taiz’e. Bu şehirde Aden’in kavurucu sıcağını bulmanız mümkün değil, oldukça güzel ve serin bir şehir Taiz. Arabadan inemeyecek kadar doluya tutulduğumuzu da burada ifade edeyim. San’a’a da en yüksek şehri Yemen’in. Rakım 2400 metre.
Yemen bütün şehirleri ile mutlaka görüşmesi gereken bir ülke. Osmanlı izlerine her yerde rastlıyorsunuz.
100 bin civarında Türk’ün yaşadığı söyleniyor Yemen’de. Peki, bu Türkler Yemen’e nasıl gelmişler ve buralarda neden kalmışlar?
Bu Türklerden bir kısmı Osmanlı zamanında tayin ile buralara gelenler. Başkent Sana’a da son akşam bizi evinde ağırlayan Necat Abla’nın dedeleri de bu şekilde gelenlerdenmiş. Büyük dedesi birinci dünya savaşı öncesi askeri mühendis olarak İstanbul’dan gelmiş ve kalmışlar. Necat abla gerçek bir Osmanlı hanımefendisi. Aynı zamanda da toplum sosyolojisi üzerine çalışan bir akademisyen. Türkiye’de akrabalarınızı bulabildiniz mi diye soruyorum, bütün Türkiye benim akrabam diyor. Taiz’i ziyaretimiz esnasında gene bu şekilde Yemen’e gelip kalan bir Türk aile ile de tanışma fırsatımız oldu. Bizleri çok sıcak karşıladılar. Dedeleri Konya’dan gelmiş, daha sonda da buralarda kalmışlar.
Mondros ile Yemen elimizden çıkınca vaktinde tayin olup gelen Türkler dönmeye başlamışlar. Bunun üzerine Yemen yönetimi devlet idaresinde kalifiye elaman sıkıntısı çekmiş. Yönetimin isteği üzerine özelikle silahhanelerde, telgrafhanelerde çalışacak teknik elemanlar alıkonmuş. Hatta gerçek anlamda bir münevver olan Osmanlı Paşası Ragıp Paşa Yemen dış işleri bakanı olarak 30 yıl boyunca istihdam edilmiş.
İsminin sonu –i ile bitiyorsa mutlaka Türk soyundanmış. Fahri, Şemsi, Hilmi gibi. Mesela Yemen’e ilk gelen kişinin adı Hilmi ise o sülaleye Beyti Hilmi denirmiş.
Şimdi gelelim Yemen’i savunmak için giden Mehmetçiklerimize ve insanın içini acıtan hikâyesine.
Giden gelmiyor acep nedendir?
Hemen söyleyeyim Yemen’de en çok görmek istediğim şehitliğimizdi. İstiyordum ki kabirlerini ziyaret edeyim, topraklarını öpeyim, başları okşar gibi mezar taşlarını seveyim. Maalesef bir tek şehit kabrine rastlamadık. Şehitlerimizi Yemenliler, ‘bunlar Müslüman’ diye kendi kabirlerine defnetmişler, vahhabi âdetinin etkisi ile de hiç birinin yeri yurdu belli değil maalesef.
Şehitlerimizin büyük kısmı çatışmadan değil hastalıklardan, soğuktan, açlıktan kırılmış. İşte gidip de dönemeyen Mehmetlerin sayılarının 500 ila 600 bin olduğu söyleniyor.
Osmanlı ordusu Yemen’e Kızıldeniz’e kıyısı bulunan Hudeyde limanından çıkartma yapıyor. Biraz önce yazımda Aden, Taiz ve San’a güzergahından bahsederken ülkenin dağlık coğrafi yapısını nazara vermiştim. İşte Mehmetçik bu zorlu güzergâhtan Sana’a’ya varmak için üzerindeki teçhizat ile yürümeye başlıyor. İlk olarak 70 km uzunluğu alan Tihame çölünü 7 günde geçiyorlar.
Arkasından da dik yokuşlar başlıyor binlerce kilometre. Hani Yemen türküsünde ‘burası Huştur yolu yokuştur’ diyor ya. İşte Huş zorlu, dik Sana’a güzergahı üzerinde bir şehir. Açlık, hastalık, yorgunluk, sıcak, soğuk Mehmetçiği perişan ediyor. Büyük bir kısmı kabirleri bile belli olmayacak şekilde şehit düşüyor.
Peki, şehit olmayanlar ne oluyor?
Mehmetçiğin ya Suudi Arabistan üzerinden Türkiye’ye gelmesi lazım. Ancak bu oldukça zor ve tehlikeli. Çünkü hem çöl, hem de Şerif Hüseyin Osmanlı’ya ayaklanmış durumda.
Ya da Aden şehrindeki İngiliz askerlerine teslim olması lazım. Bu durumda Mısır’da ki esir kamplarına götürülmesi ve ateşkes olduktan sonra teslim edilmesi söz konusu.
Şimdi size çok ilginç bir bilgiyi paylaşmak istiyorum. Geçenlerde pasifik ülkesi Burma’dan (Myanmar) oradaki okulun müdürü Rıfat Büyük ile röportaj yapma fırsatım olmuştu. Bana Burma’da dört ayrı Türk şehitliği olduğundan bahsetmişti. Nasıl olur Burma’ya hiç Mehmetçik gitmedi ki der demez bunlar Yemen’de savaşıp İngilizlere esir düşmüş Mehmetçikler deyiverdi.
Aman Allahım, Yemen’den Burma’ya.
İngilizler sömürge ülkesi Burma’ya madenlerde, yollarda çalıştırılmak üzere 400 civarında Mehmetçiği götürmüşler. Eşini çocuklarını, annesini, babasını bırakıp Yemen’e giden, esir düşüp dünyanın öbür ucunda esir, ırgat olarak ömrünün sonuna kadar çalıştırılan Mehmetçiğin hazin ve bilinmeyen hikâyesi. Anadolu’nun bir köyünden başlayan, Yemen dağlarında veya Burma’da son bulan binlerce hikâye.
Acılar, hasretler, gözyaşları bilen duyan var mı?
Adı Yemendir gülü çemendir giden gelmiyor acep nedendir?

Erkam Tufan Aytav



------------------------------------------------------------------------

YEMEN / SAN’A 20 Mayıs 2010

Yemen’den Türkiye nasıl gözüküyor?

Yemenli dostlar anayasa referandumunun 12 Eylül’e denk gelmesinin sonuçları nasıl etkileyeceğini soruyor. Hayret ki ne hayret. Bu soru sorulduğunda referandum tarihinin belli olması üzerinden 12 saat bile geçmemişti.
Bir grup gazeteci ile Yemen’deyiz. Sahil şehri Aden’de bir Yemenli işadamının evinde Yemenli dostlarla sohbet ediyoruz.
"Türkiye denince aklınıza ne geliyor" diye soruyorum; hemen "Âlem-i İslam’ın lideri diyorlar" ve arkasından ekliyorlar; "One minute."
One minute anladığım kadarı ile Yemen’de de büyük olay olmuş. İnsanlar sokaklara dökülmüş. "Tayyip Erdoğan Davos sonrası Yemen’e gelseydi devlet, halk herkes havaalanına yığılırdı, coşkun bir karşılama töreni düzenlenirdi" diyor ev sahibimiz. Yemenliler Türk okullarına hücum etmiş Tayyip Erdoğan’ın posterini bulmak için. Sayın Erdoğan’ın İslam dünyasının dertlerine eğilmesini çok önemli buluyorlar.
İsrail’de Büyükelçimizi alçak koltukta oturtulması üzerine yaşanan kriz Yemen’ de büyük olay olmuş, insanlar sokaklara dökülmüş.
Sohbet derinleşiyor ve ben duyduklarım karşısında kulaklarıma inanamıyorum. Yemenli dostlar anayasa referandumunun 12 Eylül’e denk gelmesinin sonuçları nasıl etkileyeceğini soruyor. Hayret ki ne hayret. Bu soru sorulduğunda referandum tarihinin belli olması üzerinden 12 saat bile geçmemişti. Arkasından Sayın Baykal’ın ve CHP’nin anayasa değişikliği görüşmelerinde olumsuz tavrından bize bahsediyorlar.
Türkiye’nin Yemen’den dakika dakika milimetrik takip edilmesi karşısında şaşkına dönüyorum.
Sohbetimizde Aden’in müftüsü de var. Türk dizilerinden dert yanıyor. En çok bilinen de Gümüş adındaki diziymiş. Bu dizilerin Türkiye imajını çok olumsuz etkilediğini söylüyor. Aden’de bulunan Türk Okulu yetkilileri ile Türkiye’yi ziyarete gelmiş, "Bu vesile ile öteki Türkiye’yi görme fırsatım oldu" diyor. Gelir gelmez de Türk okulları üzerinden görmüş olduğu öteki Türkiye’yi hutbesinde bahsetmiş.
TRT Arapça yayını başlayınca pek çok kişi Türk okullarını arayıp tebrik etmiş. Umarım TRT Arapça Arap dünyasının hassasiyetlerini ve beklentilerini dikkate alıyordur.
Derken Türkiye’de asker sivil ilişkilerinde yaşanan sıkıntıları ve arka planlarını soruyorlar. "Bu yaşadığınız tecrübe bizler için de çok önemli, benzer sıkıntıları Arap dünyası olarak bizler de yaşıyoruz" diyorlar.
Anlıyorum ki İslam âleminde Türkiye çok sıkı takip ediliyor ve Türkiye’nin demokratik dönüşümü, gözü ve kulağı Türkiye'de olan ülkeleri de paralel olarak etkileyecek.
Aylar önce Moritanyalı kabile reisinin inanılması güç hikâyesini yazmıştım. Hikâye kısaca şöyleydi;
Senegal’de yaşayan bir arkadaşım Türkiye’den işadamları ile birlikte Afrika’nın fakir ülkesi Moritanya’ya gitmişler. Amaçları yardım dağıtmak. Çölün ortasında kuş uçmaz kervan geçmez bir köye varmışlar, yardımları dağıttıktan sonra kabilenin reisi çadırında bunları misafir etmiş. Sohbetin bir kısmında kabile reisi "Baykal’a güvenmeyin, samimi değil" demiş. Bizimkiler de şaşırmış, ‘hangi Baykal’dan bahsediyorsunuz’ diye sormuşlar, reis de ‘CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’dan bahsediyorum, hani çarşaflılara parti rozeti takıyor ya’ demiş.
Duyunca çok şaşırmıştım bu oldukça komik olayı. Bizzat yaşamış arkadaşımın ağzından duymasam inanmayacaktım.
Şimdi Yemen’de Yemenliler tarafından Sayın Baykal’ın olduğu iddia edilen kasetler hakkında soru sorulunca Moritanyalı kabile reisini ve İslam dünyasının Türkiye’yi nasıl takip ettiklerini daha iyi anladım.
Türkiye bölgesinde merkez ülke olma noktasında hızla ilerliyor. İslam dünyasının Osmanlıdan kalma şuuraltı kredisi hala zihinlerde canlı duruyor.
Ne kadar inkar etsek de tarihi misyon omuzlarımızda. Bölgesinin doğal lideri olarak Türkiye’den büyük beklenti var. En son TESEV’in 7 ülkede 2 bin kişi ile yaptığı ankette çıkan sonuç da bunu gösteriyor; Arap dünyasının en güvendiği ülke Türkiye.
Yemen izlenimlerim bir yazı ile bitmesi mümkün değil. Bir sonraki yazımda Adı Yemen’dir gülü çemendir, giden gelmiyor acep nedendir? Sorusundaki nedenleri, Mehmetçiğin neden dönemediğini, Yemen’de yaşayan 100 bin civarındaki Türkün hikâyelerini yazacağım.
Not: bizleri Yemen’e davet eden Yemen Turizm Bakanlığına, THY’ye, Aden ve Mercure otellerine ve özellikle gezimiz esnasında yanımızdan ayrılmayan Yemen-Türk Okulları Halkla İlişkiler Müdürü Fethullah Karakoç ve Mustafa beye buradan teşekkürlerimi sunarım.

Erkam Tufan Aytav



--------------------------------------------------------------------------

GÜNEY AFRİKA/ JUHANNESBURG 6 Mayıs 2010

Güney Afrika, Kürt meselesi, Mandela
Güney Afrika’dan herkese selam
Medialog Platform, Harmony Enstitüsü ve Johennesburg Üniversitesi ‘nin birlikte düzenlediği Demokrasi ve Medya başlıklı toplantıya katılmak için Güney Afrika’dayım.
Tabii Güney Afrika değince aklıma gelen ilk isim Nelson Mandela. Hani Atatürk Barış Ödülünü reddeden, Nobel ödüllü, ABD eski başkanı Bush’a randevu bile vermeyen siyahî lider. Mandela yaşayan bir efsane, sadece Güney Afrika’da değil bütün Afrika’da.
Apartheide ırkçı rejimine karşı geldiği için tam 27 yıl hapis yatmış bir lider. Bu kadar efsaneleşmesinin önemli bir faktörünün de beyaz batı dünyası olduğunu söylesek yanlışlık yapmış olmayız. Çünkü iş başına gelince beyazlardan intikam peşine koşmamış. Söylemini bağışlama, unutma, yeniden yapılanma üzerine kurmuş.
Apartheide rejimi döneminde siyahlara eğitim hakkı verilmemiş. Okumak isteyen bir siyaha sadece bir işçi için gerekli bilgiler veriliyormuş, fizik, kimya, matematik gibi dersler yasakmış. Bir yerden bir başka yere gitmek için özel izine tabii tutuluyorlarmış. Ezilmişler, itilmişler, kakılmışlar. Tam bir köle muamelesi görmüş siyahlar bu ülkede. Sonuçta zenciler cahil ve fakir bırakılmış.
Bu gün her ne kadar Apartheide rejimi yıkılmış ve siyahlar ile beyazlar hukuken eşit haklara sahip olsalar da problem çözülebilmiş değil. Kolay da çözüleceğe benzemiyor. Çünkü para ve statü beyaz adamın elinde. Hukuken eşit olmak yetmiyor. Timsah ile ördeğin eşit görülmesi gibi bir şey bu.
Devlet siyahlar için pozitif ayırımcılık yapıyor, siyahların pozisyon almalarını teşvik ediyor. Ancak kalifiye siyahın olmaması ve sırf siyah olduğu için bazı makamlara getirilmeleri beraberinde başka problemleri getiriyor.
Kürt siyasi hareketinin Güney Afrika’da ciddi faaliyetleri olduğunu gördüm. Hatta geçenlerde Leyla Zana gelmiş iki hafta kalmış. Türkiye’de Kürtlere aynı Afrika’nın zencilerine benzer bir muamele yapıldığı yönünde söylemleri var. Bu söylem de Güney Afrika’da tutuyor ve ilgi çekiyor. Buralardaki aydınların pek çoğunun Türkiye’nin Kürt meselesinden haberdar oluşları da bu yüzden. Haberi benden duyun; Kürt siyasi hareketinin buradaki amaçlarından en önemlisi Nelson Mandela’nın ağzından Kürt meselesini dile getirtmek. Ama şu ana kadar buna muvaffak olamamışlar.
Öcalan’ın serbest kalması için imza topladıklarını da burada belirteyim.
Evet, Türkiye’de Kürt meselesi yok değil, büyük acılar yaşandı ve yaşanmakta. Ama Türkiye’yi ırkçı Apartheide rejimine benzetmek biraz insafsızlık olur. G. Afrika’da siyah beyaz ayrımı sadece rejimsel bir sorun değil topluma bakan ayrımcılık ta söz konusu. Biz de ise Kürt meselesi tamamen rejimsel bir sorundur. Bin yıldır birlikte yaşayan Türk Kürt halklarını zenci beyaz ilişkisinde görmek yanlış olur.
Ama gene de ‘öteki sayısı açısından’ G. Afrika bizden iyi durumda. En azından sadece zenciler öteki burada. Bizde ise saymakla bitmez, Aleviler, dindarlar, Kürtler, gayri Müslimler…
2010 dünya futbol şampiyonası biliyorsunuz burada yapılacak. Bütün ülke adeta seferber olmuş. Futbol ile oturup futbol ile kalkıyorlar. Ülke tanıtımı ve ekonomik açıdan için büyük beklenti var.
Futbol turizmi beraberinde fuhuş turizmine de getiriyor maalesef. Talep karşılanamaz diye ülkeye fahişeler akın etmeye başlamış. Niyeti bozuk olanlara ben müjdeyi vereyim bu ülkede her sene 1.000 kişi AIDIS’ten ölüyor. Ona göre.
Afrika’ya gidiyorum diye yazlıkları giyinip gittim. Gitmez olaydım. Meğerse G. Afrika kışa giriyormuş. Ne bileyim? Fena halde üşüdüm. Aklıma hemen Fatih Terim geldi. Ne alaka demeyin. Basın toplantısında ‘bizim milli takım finallere kalırsa Afrika sıcağında nasıl top oynarız’ sorusuna Terim Antalya gibi sıcak şehirlerde kamp yapacağız, futbolcuları sıcağa alıştıracağız demişti. Demek o da bilmiyormuş turnuvanın yapılacağı Haziran ayının birada kışın tam ortası olduğunu.
Şimdilik G. Afrika’dan bu kadar.

Herkese selam
Erkam Tufan Aytav









-------------------------------------------------------------------------


ABD YOLCULUĞU 11 Mayıs 2009

Orgeneral Başbuğ ve Madagaskar’da dalgalanan bayrak

Yurt dışına giderken uçakta yanıma 35 yaşlarında ismi Ertuğrul olan bir beyefendi oturdu. Yolculuk esnasında tanışma fırsatı bulduğum bu zatın Madagaskar’da açılmış Türk kolejinde idarecilik yaptığını duyunca kulaklarıma inanamadım.
İlk tepkim ‘ne Madagaskar mı!, demek orada da okullar var ha vallahi pes doğrusu’ oldu.
Madagaskar’ı pek çoğumuz itibarı ile haritada yerini bile bilmeyiz. Tek bildiğimiz Madagaskar adındaki animasyon film. Bu filmi çok da severim. Şimdi ikincisini çıkarmışlar.
Yol boyunca keyifli bir sohbete daldık.
Madagaskar 1960 yıllarında Fransızlardan bağımsızlığını kazanmış, 20 milyon nüfuslu bir cumhuriyetmiş. Başkenti ise Antananarivo imiş. Dünyanın en büyük dördüncü adası olduğunu da bu vesile ile öğrenmiş oldum.
Üç ay önce 34 yaşındaki Antananarivo belediye başkanı halkı ve orduyu arkasına alarak bir darbe yapmış.
Madagasgar halkı Endonezya, malay, Hintli ve Afrikalılardan oluşan melez bir millet imiş. Bu melez halka Malgaş denirmiş. Fransızca ve Malgaşça resmi dilleri imiş. Ada halkının %15 i Müslüman geri kalan ise Hıristiyan’mış. Madagaskar animasyonunda gösterildiği gibi tropikal bu adada filmin kahramanlarından Lemur adında maymun sincap karışımı buraya has bir hayvan yaşıyormuş.
Fırsat bu fırsat deyip Madagaskar’da eğitim hizmeti veren yol arkadaşımı ada hakkında soru yağmuruna tutmaya devam ettim.
Yerleşik 40 bin civarında Fransızın yaşadığını öğrendim. Arkasından Çinliler, sonra Hintliler geliyormuş. Adada çoluk çocuk dahil toplam 20 Türk varmış, tamamı da okulun öğretmen ve aileleri.
Biri bekar, beş öğretmen bir idareci aileleri ile birlikte Madagaskar’da küçük bir Türk kolonisi oluşturmuşlar. Okulun bilgisayar öğretmeni de bir Kırgız’mış. Kırgızistan’da Türk okullarını bitirmiş Madagaskar’a hizmet etmeye gelmiş.
Öğretmenlerin memleketlerini sordum. Anadolu’nun muhtelif yerlerindenmiş, Hatay, Bursa, Kars, Amasya, Malatya. Yaş ortalamaları ise 25 ila 35 arası.
2002 yılından buyana eğitime devam ediyorlarmış. 150 öğrencileri varmış. Bu yıl mezun olmuş 12 mezundan 7 tanesi Türkiye’de okumak için YÖS (yabancı öğrenci seçme sınavı) sınavlarına girmiş. 7 si de üniversiteyi kazanmış. Kısa zamanda Madagaskar’ın en başarılı beş okul içerisine girmişler.
Türklerin dışında başka hangi milletlerin okulları var orada diye sorduğumda Fransa, Çin, Güney Afrika ve Amerika cevabını aldım. En şaşırdığım ise Çin oldu.
Güney Kıbrıs Cumhuriyetinin bile elçiliğinin olduğu Madagaskar’da bu eğitim kahramanları da olmasa ülkemiz adına bir varlığımız söz konusu olamayacak demek ki.
Türk Okulu açılasağa kadar Madagaskarlıların Türkiye’yi hiç bilmedikleri söylüyor bu Türkiye sevdalısı eğitim gönüllüsü.
Ekspo 2012’nin İzmir’de yapılması için, Madagaskar’ın Türkiye’ye oy vermesi ardına nasıl lobi yaptıklarını, bakanlar ile görüştüklerini heyecan ile anlattı.
Türkiye’ye şimdiye kadar Madagaskar’dan hiç resmi heyet gelmemiş, ilk kez Ticaret odası başkanını ve Cumhurbaşkanı danışmanını Türkiye’ye getirmişler. Ayrıca Madagaskar’a yakın iki ada olan Komor ve Moritus adındaki ada ülkelerinin ekonomi bakanlarını da getirmişler, Türkiye’yi tanıtmışlar.
Bu idealist öğretmenler sayesinde Madagaskar medyasında ilk kez Türkiye hakkında pozitif manada yazılar çıkmaya başlamış. Düzenledikleri Türkiye tanıtım günleri büyük ilgi çekiyormuş. Bu tanıtım günlerinde öğretmenlerin eşleri Türk yemeklerini ve el işlerini sergiliyorlarmış.
Halkın öyle kalplerine girmişler ki, bir Madagaskarlı çocuğunun adını okulun öğretmeninin ismini koymuş. Yani adı Veli olan bir Madagaskarlı bebek var orada artık.
Her yıl Türkiye’de yapılan Türkçe olimpiyatlarına bu yıl katılacaklarmış. Morgan adında öğrenci Madagaskar adına şarkı kategorisinde Rahmetli Cem Karaca’nın bir şarkısını seslendirecekmiş.
Bu idealist öğretmenin anlattıkları rüya gibi değil mi? Ama hiç uyanmak istemeyeceğimiz bir rüya.
Bu okulların fikir mimarı Fethullah Gülen bence ülkemizde küreselleşmeyi en iyi kavrayanlardan biri. Dünyanın en ücra köşelerinde bile okul açılmasını teşvik etmesi bunun en somut göstergesi. Milletçe var olabilmek artık dünyanın her yerinde olmaya, her yerde sizi seven ve bilen insanların varlığına bağlı.
Sayın Gülen’in ifadesi ile ‘küreselleşen dünyada ya dünyanın her yerinde olacaksınız ya da hiçbir yerinde’.
Ülkemizin bu gönüllü elçilerinin yaptıklarını ülkem adına göğsüm kabararak dinledim. Türkiye’yi bir sevda haline getiren, devletten beş kuruş para almadan tamamen milletimizin katkıları ile eşleri ile birlikte el ele, binlerce kilometre uzaklarda Madagaskar’da bile ülkemizi temsil eden bu kahramanlarla gurur duydum.
Yolculuğumuzun sonuna gelmiştik. Bu idealist öğretmene Org. İlker Başbuğ’un Harp Akademilerinde yaptığı konuşmayı Madagaskar’da izleme imkânınız oldu mu diye soracak oldum. ‘Evet, öğretmen arkadaşlar ile birlikte izledik’ dedi.
Genel Kurmay Başkanının ‘terörist de insandır dağdan indirilmesi gerekir’ derken, cemaat ifadesi ile bu eğitim hareketini hedef tahtasına koyması hakkında ne düşünüyorsun, Madagaskar’da televizyondan bunları duyduğunda kendini nasıl hissettin diye soracaktım. Ancak dilim varmadı. Keşke Sayın Başbuğ bu eğitim hareketini anlama konusunda biraz çaba sarf etseydi diye düşündüm.
Her biri idealist, Türkiye sevdalısı bu eğitim kahramanları eşleri ile birlikte dünyanın her yerinde olduğu gibi Madagaskar’da da Ayyıldızlı bayrağımızı dalgalandırmaya devam ediyorlar.

Erkam Tufan Aytav










----------------------------------------------------------------------


SENEGAL/ DAKAR 18 Şubat 2010

Moritanyalı Kabile reisi ve Deniz Baykal

Kabile reisi bunları çok hoş karşılamış, iltifat etmiş. Tercüman aracılığı ile tatlı bir sohbete dalmışlar. Reis bir ara sohbet esnasında ‘Baykal’a güvenmeyin’ demiş. Bizimkiler şok olmuşlar...
Senegal’de yaşayan bir arkadaşım olayı anlatınca kulaklarıma inanamamıştım. Son yıllarda duyduğum en matrak şeydi bu. Aklıma geldikçe hala gülerim.
Sizi daha fazla merakta bırakmadan olayı anlatayım; anlatayım da birlikte gülelim.
Senagal’in kuzeyinde Moritanya diye bir ülke var. Aslında varmış desem daha doğru olurdu, çünkü ne gitmişliğim var ne de görmüşlüğüm. Ancak anlatılanlara göre geniş çapta çölleri olan bir ülkeymiş. Hatta çölün git gide aşağıya doğru yani Senegal’e doğru ilerlediği de söyleniyor.
Neyse konumuza dönelim, arkadaşım Senegal’deki dostları ile birlikte bir gün Moritanya’ya gitmişler, amaçları insani yardım götürmek.
Çölün ortasında bir köye denk gelmişler, kuş uçmaz kervan geçmez gibilerinden bir yer anlayacağınız. Köyde yerli halka yardımları dağıttıktan sonra selam verip kabile reisinin samandan kerpiçten yapılmış evine girmişler. Yardımların Türkiye’den geldiğini ve kendilerinin Türk olduklarını söylemişler,
Kabile reisi bunları çok hoş karşılamış, iltifat etmiş. Tercüman aracılığı ile tatlı bir sohbete dalmışlar. Reis bir ara sohbet esnasında ‘Baykal’a güvenmeyin’ demiş. Bizimkiler şok olmuşlar, herhalde Baykal gölünden bahsediyor diye düşünmüşler ama Baykal gölü ile Afrika’nın ve Türkiye’nin ne alakası var? Bunun üzerine şaşkın bir şekilde Baykal mı dediniz diye sormuşlar. Kabile reisi de ‘evet Deniz Baykal’dan bahsediyorum demiş ve eklemiş ona sakın güvenmeyin, samimi değil’ diye eklemiş.
Hoppalaaaa, Afrika’da, Moritanya diye bir ülkede, çölün ortasında bir köyde söylenene bakın. Kabile reisimiz sözüne devam etmiş; ‘bakın başörtülüleri partisine alıyor ya, onun için dedim güvenmeyin diye, samimi değil o demiş’. Tabii bizimkiler de basmış kahkahayı.
Olayı bizzat yaşayan arkadaşım anlatmasa inanılacak gibi değil hani. Bu olay Türkiye’nin nasıl takip edildiğinin de bir göstergesi aslında. Neyse o başka bir konu.
Biz dönelim CHP ve Deniz Baykal’a.
Geçenlerde Radikal gazetesinin manşetini okuyunca ben de bastım kahkahayı.
Manşet şöyleydi; Baykal: CHP tarihi dönüşüm aşamasında. CHP lideri köklü değişim sinyalleri vermiş.
Baykal her seçim öncesi bu sinyalleri verir. Sağına soluna yeni parlak isimler alır seçim meydanlarına çıkar, özgürlükçü Kürt raporları hazırlatır, başörtülülere hatta çarşaflı kadınlara parti rozeti takar. Ama seçimden sonra bütün bunların hepsi unutulur. Çünkü başında bulunduğu parti, Cumhuriyet Halk Partisi değil, Cumhuriyet Derin Devlet Partisidir.
Misyonu bellidir. Milim sapamaz.
Bir ara parti kongresine Michel Jakson gibi yukarıdan merdivenle havayi fişekler ile girmişti.
Bakın buraya açık açık yazıyorum, Baykal nereden inerse insin, sağına soluna kimi alırsa alsın artık inandırıcılığı kalmamıştır. CHP’nin değişmesi asla mümkün değildir.
Partinin ve liderinin bu namı Moritanya çöllerine kadar uzanmıştır.

Erkam Tufan Aytav




--------------------------------------------------------------------------


KUZEY IRAK/ ERBİL 8 Ekim 2009


Kürdistan’da bir Kürtmen Kızı

Gazeteci/yazar dostum Faruk Mercan ile Erbil’e ayak bastığımızda Ekim ayı olmasına rağmen buralarda daha yazın bitmediğini kavurucu sıcaklardan hemen fark ediyoruz.

Geldiğimiz yer neresi? Kimine göre Irak’ın kuzeyi, kimine göre Kuzey Irak, ama Irak anayasasına baktığımızda burası Irak bölgesel Kürdistan Yönetimi. Tabiri diğer ile Kürdistan.

Türkiye’den pek farkında değiliz ama bu bölgenin anayasal karşılığı bu. Kimilerin hoşuna gitse de bu, gitmese bu.

Pasaporttan geçerken beni bir gülme aldı. Geçen gelişimde Zaman gazetesi yazarı Ahmet Turan Alkan ile gümrükten geçerken pasaportuna vurulan Kürdistan mührünü gördüğündeki hali gözümün önüne geldi. ‘Yahu işin ciddiyetini mührü vurunca anladım’ demişti.

Bölge insanı çok sıcakkanlı, hemen kaynaşıveriyorlar. Türkiye’ye olan özel muhabbet bitarafa, her kim güler yüz gösterse kalplerinden bir şeytanlık geçirmeden hemen itimat ediyorlar.

Bu sebeple hep kullanılmış, hep istismar edilmişler. Kandırılmaya çok müsait bir yapıları olduğunu gözlemledim. Kürtlerin tarih boyunca devlet kuramamalarının dâhili ve harici sebeplerini müstakil olarak incelemek lazım.

Bütün dünyanın gözünün üzerinde olduğu bir bölge burası. Tabii Kürtlerin kara kaşı kara gözü için değil bu ilgi elbette. Gerek yer altı kaynakları gerek stratejik önemi ilginin gerçek sebebi. Kürtler umarım bunu fark ediyorlardır.

Erbil, Kürkük ve Süleylaniye’yi tekrar görme fırsatı buluyoruz.

Erbil geçen gelişimdeki gibi. Asayiş problemi olmayan, biraz gelişmiş bir kasabayı andırıyor. Her yerde inşaatlar var. Çarşı pazar profili bizim doğu ve güneydoğumuz ile aynı. Aynı kültür coğrafyası. Yanlış anlaşılmasın ama bu bölgeye ne zaman gelsem pasaportla dış hatlardan gidişimi yadırgarım. Hiç de yabancı bir yer değil çünkü.

Erbil’de Nakşibendi tarikatı oldukça güçlü. Sokaklarda başı açık kadın görmek adeta imkânsız. Halk gelenekleşmiş dindarlığını yaşıyor.

Şehirdeki reklam tabelalarının büyük çoğunluğunu Türkiye markaları oluşturuyor. Türk malı demek sağlam demek, güvenilir demek. Avrupa mallarına bile bu kadar itibar edilmiyor.

Derken ver elini Kerkük.

İlk geldiğimde büyük hayal kırıklığı yaşamıştım. Hayalimde palmiye ağaçlı, kubbeli yapıları ile güzel bir şehir vardı. Ne gezer. Tam bir harabe. Metruk bir şehir Kerkük. Dünya petrolünün %7 si burada olmasına rağmen böyle. Aslında rağmen değil de sayesinde demek daha doğru. O petrol olmasa idi Kerkük eski mağmur Kerkük olacaktı. Arap, Kürt, Türkmen’in kardeşçe yaşadığı, sokaklarında hammer jiplerin dolaşmadığı, iki insandan birinin elinde kaleş olmadığı bir şehir olacaktı.

Ancak geçen gelişime kıyasla daha bir güvenli bir hal gördüm. Fotoğraf çekmek istediğimde kimse aman diye elime yapışmadı, arabadan sakın inmeyin vururlar demedi. Sokakta hiç ABD askerine de tesadüf etmedim.

Duvarda boya ile yazılmış bir yazı gözüme ilişti. Yazıyı okuyunca çok şaşırdım. Türkiye’den bildiğimiz sloganlardı bunlar. ‘Ne mutlu Türkmen diyene’ yazıyordu. Bir başka duvarda da ise ‘Kerkük Türkmen’dir Türkmen kalacak’ yazısı duruyordu.

Kerkük’te dört resmi dil var. Türkçe, Kürtçe, Arapça ve Süryanice. Her bir etnik grubun kendilerine ait okulları ve eğitim müdürlükleri var. Tayin, maaş gibi işlerde özerkler. Türkmenler de, Kürtler de, Araplar da Kerkük bizim diyorlar.

Polat Alemdar ve Memati’nin resimleri duvarlarda görmek mümkün. Tabii bu resimleri Türkmenlerin astığı muhakkak.

Çölde bir vaha bulmuş gibi yıllar önce açılmış Türk kolejini ziyaret ediyoruz. Bahçesinde bayrağımız dalgalanıyor. Okul bahçesi teneffüs saati olsa gerek öğrenciler cıvıl cıvıl, neşe içerisinde. Gülüp oynuyorlar. Kerkük üzerine, Kerkük’ün geleceği üzerine yapılan planlardan habersiz eğleniyorlar. Okullarına, öğretmenlerine güveniyorlar, okullarını yuvaları gibi görüyorlar. Şiis’i, Kürd’ü, Türkmen’i, Arab’ı el ele bahçede oynuyorlar.

Bahçede mütebessim çehresi ile Kenan öğretmen bizi karşılıyor. Aslen Diyarbakırlı bir Kürt imiş. Kerkük’ten bir Türkmen kız ile evlenmiş. Bir kızları olmuş. Peki, o kız ne oldu şimdi; Kürt mü Türkmen mi diye sorduğumda gülerek cevap veriyor benim kızımız bir Kürtmen. Diğer öğretmenlerle de tanışıyoruz. Sadece ikisinin Türkiye Kürtlerinden olduğunu gözlemliyorum.

Kerkük’te bir de Türk kız lisesi var. Orayı da ziyaret ediyoruz. Dikkatimi çeken iki temel şeyden biri bütün öğretmenlerin mütebessim çehreleri. Hepsi çok mutluyuz burada diyorlar. Aşkla şevkle hizmet veriyorlar. İkincisi ise okulun bütün pencerelerinin güvenlik gerekçesi ile sıkı tel örgüler ile kaplı olması.

Anti parantez burada belirteyim. Bizim Kuzey Irak dediğimiz bölgede ABD’nin, İngiltere’nin, Fransa’nın, Lübnan’nın ve Türkiye’nin eğitim kurumları var. Ama eğitim konusunda en ciddi ve en başarılısı Türkiye’den iş adamlarının açmış olduğu okullar. Yani Işık kolejleri. Dört binin üzerinde öğrencileri var. Genel Müdür Talip beyin ifadesine göre çocuğu bu okulları kazanan aile düğün düzenliyor ve çevresine yemek veriyormuş.

Bir anti parantez daha; bizim Erbil’e gelişimizden üç gün önce Fransa eski cumhurbaşkanının eşi Danielle Mitterrand bölgede üç Fransız okulunun açılışını yapmış.

Bu sefer direksiyonu Süleymaniye’ye çeviriyoruz. Hani bizim askerlerimizin başına çuval geçirdikleri yere. Hala o olayın gerçek yüzü aydınlatılabilmiş değil. Veli Küçük’ün bu işte parmağı olduğunu söyleyenler var. Peki, niye diye sorduğumda dönemin Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök’ü istifaya zorlamak için cevabı geliyor. İşin aslını ben de bilmiyorum

Kerkük, Süleymaniye yolu oldukça güzel. Kürt bir dostumdan yol boyunca Saddam’ın zulmünü dinleme fırsatı buluyoruz. Bir tanesini burada anlatayım.

Bir gün Saddam bir köye bir açılış için gider. Saddam her seferinde olduğu gibi 7/8 adet aynı renk ve modelde araç konvoyu ile gelmiş köye. Suikast olur korkusu ile hangi arabada olduğu saklanırmış.

Derken Saddam köye gelmiş açılış yapılmış, köylüler kurbanlar kesmiş. Kurban kesenlerden biri Saddam’ın hangi arabadan indiğine dikkat etmiş ve arabasına işaret olarak kan sürmüş.

Konvoy açılıştan sonra tekrar yola çıkmış. Yolda kan sürülmüş arabaya roket saldırısı olmuş. Ancak ne çare ki Saddam dönüşte başka arabaya binmiş. Bu durumda Saddam’ın ne yaptığını tahmin edersiniz? Elbette en vahşicesini.
Bütün köyü kurşuna dizdirmiş.

Süleymaniye Talabani’nin kalesi olarak bilinen bir şehir. Ancak son seçimlerde KYP ikinci parti olmuş. Bizim batı Anadolu şehirlerini andıran bir yer. Oldukça bakımlı, batılı ve Türkiye’den markaları, şık mağazaları, pastaneleri bu şehirde görmek mümkün. Şehrin orta yerinde anormal büyüklükte bir gökdelen inşaatı var. Otel olacakmış. Talabani’nin eşinin yaptırdığı söyleniyor.

Süleymaniye de de üç adet ‘vaha’ buluyoruz. Işık kolejlerinin açmış olduğun üç okul. Süleymaniye’de 1267 öğrenciye hizmet veriyorlarmış. Kız lisesini ziyaret ediyoruz. Geçen geldiğimde bizi gülmekten yerlere yatıran Kürt kız öğrenciyi soruyorum, mezun oldu diyor öğretmenleri. Ne yapmıştı da bizi güldürmüştü merak edenlere hemen söyleyeyim, başta Bülent Ersoy olmak üzere pek çok sanatçının taklitlerini yapmıştı bize. Hem de karikatürize ederek.

Erkek lisesi müdürü Lokman beyi görür görmez sordum; geçen gelişimde Süleymaniye’nin resmi devlet erkanı ile okulun öğretmenleri arasında futbol maçı yapacaktınız maçı kim kazandı diye. Tabii ki biz dedi gülerek.

Eğitim kahramanları yeni yapılan ilköğretim okulunun inşaatını da gezdirdiler. Nasıl heyecanlılar bilemezsiniz.

Hava kararıyordu vedalaşırken. Her biriyle tek tek sımsıkı sarıldım. Arabamıza bizi bindirip arkamızdan el sallarlarken aynı mütebessim çehre ile vardı yüzlerinde.

Süleymaniye’den Erbil’e dönerken Kerkük üzerinden dönmek zorundasınız.

Gece Kerkük adeta yanıyor gibi gözüküyordu. Petrol çıkan yerler alev alevdi.

Erkam Tufan Aytav
8 Ekim 2009



-------------------------------------------------------------------------


SENEGAL/ DAKAR 26 Mart 2010

Dönüşü OImayan kapı ve Senegal

Geçen hafta bir grup gazeteci dostla Senegal’deydik. Gidiş sebebimiz uluslar arası Türkçe olimpiyatlarının Senegal finaline katılmaktı.
THY ile yedi saatlik bir uçak yolculuğu ile gidilen bir ülke Senegal. Eski Fransız sömürgesi ve tahmin edebileceğiniz gibi resmi dil Fransızca. Ülkenin yüzde 95'i Müslüman. Afrika’nın batısında, Atlas okyanusuna kıyı bir ülke. Aynı zamanda Batı Afrika’nın da limanı. Ülkenin en büyük gelir kaynağı liman üzerinden gümrük gelirleri.
Kaderin şu garip cilvesine bakın ki Senegal sömürge tarihi boyunca da hep liman olmuş, ama ihraç edilen mal bu sefer kölelermiş.
Gore adasına da gitme fırsatımız oldu. Bir gün yolunuz Senegal’e düşerse bu küçük adaya mutlaka gidin. Başkent Dakar’dan yarım saatlik bir vapur seyahati ile gidiliyor. Diğer adı Köle Adası. Ada tarihi dokusunu koruyarak bugünlere kalmış. İki katlı bahçeli kolonyal dönemden kalma binalar aynen duruyor. Renklerine göre İspanyol sömürgeciliğinden kalma mı, yoksa Fransız sömürgeciliği döneminden kalmamı anlıyorsunuz.
Batı Afrika’dan toplanan yerliler bu adada toplanıyormuş. Yani tabiri yerindeyse tam bir hal. İnsanların mal gibi alınıp satıldığı bir yer. Alıcılar gemi ile geliyor adadaki toptancıdan köleleri alıyormuş.
Özellikle görülmeye değer olarak kölelerin istif edilip gemilere bindirildiği mekanı söyleyebilirim. Binanın avlusuna girdiğimizde bir siyahi görevli Fransızca olarak batılı turistlere adada yaşananları anlatıyordu. Bir taraftan konuşulanları tercüme eden arkadaşı dinlerken bir taraftan da konuşmacıyı ve dinleyen batılı turistleri seyrettim. Görevli oldukça hırslı ve yaşanan acıları içinde hissederek anlatıyordu. Yaşanan vahşeti dinledikçe içim ezildi, insanlığımdan utandım. O anda batılı turistler dedelerinin yaptıklarını dinlerken neler hissettiler bilemiyorum.
Köle binasının en dikkat çekici kısmı da adına ‘dönüşü olmayan kapı’ dedikleri kapıydı. Bu kapı okyanusa açılıyordu. Yetmiş kilo ve üstü köleler bu kapıdan çıkıyor gemilere bindiriliyor bir daha dönmüyorlardı. Annesinden, babasından, çocuklarından artık bir daha görmemecesine ayrılıyorlardı. Aklınıza gelebilir yetmiş kilo altı köleler ne yapılıyordu diye, onlar da öldürülüyordu.
İşte o dönüşü olmayan kapıdan milyonlarca siyahi köle gemilere bindirilerek başta Amerika olmak üzere gönderildi.
Hüzünlü ada ziyareti sonrası Yavuz Selim okullarının düzenlediği Türkçe olimpiyatları katıldık. Güzel Türkçeleriyle simsiyah çocukların şarkı ve şiirlerini dinledik. okulun başarıları ve bahçesinde gördüğümüz al yıldızlı bayrağımız bizleri duygulandırmaya yetti.
Yavuz Selim okullarının etrafında Türkiye sevgi halesi oluşmuş, Dakar Büyükelçimizin ifadesi ile Senegalliler çocuklarını bu okullara yerleştirmek için torpil arıyorlar. Bu sevgi halesinin öyle kolay oluşmadığını da burada not edeyim. Çünkü Fransız televizyonları yıllarca Türkiye hakkında hep terör ve fakirlik haberleri yaptığı için olumlu bir imajımız olmamış bu ülkede.
Bir öğretmen arkadaşımızın hatırasını burada sizinle paylaşayım. Okulun açıldığı ilk yıllarda bir grup öğrenciyi Türkiye’ye götürmüşler. Öğrencinin annesi çocuğun çantasına yiyecek koymuş, oralarda fakirlik var aç kalma diye. İşte terör ve yoksulluk ülkesi imajından dost ve kardeş ülke Türkiye imajına dönüşümünde bu okullarındaki fedakar öğretmenlerin çalışmaları büyük rol oynamış.
Türkiye Senegal İş adamaları dostluk derneği başkanı Mösyö Cakate ile biraz sohbet etme imkanım oldu. Çok sempatik bir Senegalli. O da diğerleri gibi 1.90’ın üzerinde ve dal gibi. Yavuz Selim okulları ile tanışınca kalbini ve gönlünü Türkiye’ye kaptırmış. Tam bir Türkiye sevdalısı. Türk iş adamalarını Senegal’e davet ediyor, gelin iş yapın diyor.
Nisan ayında Senegal’in bağımsızlığının yıl dönümü kutlamaları olacakmış, İstanbul Büyükşehir belediye başkanı Kadir Topbaş’tan mehter istemişler. Dakar sokaklarında mehterin yürümesini, konser vermesini çok istiyorlar. Ne yazık ki şu ana kadar bir cevap alamamışlar.
Benden rica etti bu talebimizi medya üzerinden iletir misin diye. İşte ben de buraya yazıyorum. Sayın Kadir Topbaş bu talebe kulak verin. Senegallilerin bu ricasını kırmayın.

Erkam Tufan AYTAV





------------------------------------------------------------------------

GÜNEY KORE/ SEUL 14 Aralık 2009

TSK ve Güney Kore’de İslam

Güney Kore seyahatim vesilesi ile yazdığım bu ikinci yazım. İlkyazımda Türkiye hakkında Korelilerin ilgilerine, Türklere olan muhabbetlerine çok kısa değinmiştim.(http://www.haber7.com/haber/20091208/Guney-Kore-Ergenekon-ve-Erke-Donengeci.php) Bu yazımda ise bu sevginin arka planını yazacağım.
İnancımızın gereği biliriz ki her şeyde bir hayır vardır, bir olay ya bizzat hayırdır ya da sonuçları itibarı ile hayırdır.
Kore’ye Mehmetçiğin gitmesini de sonuçları itibarı ile hayır olduğunu aşağıdaki yazıyı okuyunca siz de anlayacaksanız.
Türkiye’ye olan sevginin nedenini kısa yoldan hemen söyleyeyim; Türk Silahlı Kuvvetleri. Yani Ordumuzun Güney Korelilerin yanında yer alması. İyi ama ABD de, İngiltere de Korelilerin yanında yer aldı, ancak Amerikalılara ve İngilizlere hiçte öyle özel muhabbet yok.
Peki, o zaman neden bizim askerimize karşı özel bir sevgi söz konusu?
Elcevap; Mehmetçiğin farkı. İşte bu farkı biraz açayım.
Yaşlı Koreliler şöyle diyor; ‘o yokluk ve fakirliğin hüküm sürdüğü savaş günlerinde diğer ülke askerleri yemeğinin artakalanlarını bizlere verirdi. Ama Türk askeri yemeğini bizimle paylaşırdı’.
Nasıl gurur verici değil mi? Tam bir insanlık dersi. Ama daha bitmedi.
Kahraman Mehmetçik Peygamber ocağı sıfatını hakkını verircesine savaşta bile namazını bırakmamış. Cemaatle namazlarını kılmışlar.
İşte o kılınan bu namazlar, paylaşılan karavana, Mehmetçiğin verdiği insanlık dersleri Kore’ye İslam’ın girmesine vesile oluyor. Kore resmi kayıtlarına göre de Kore’ye İslam TSK yani şanlı ordumuz ile giriyor.
Bakın nasıl İslam Kore’de yayılıyor?
İlk olarak askerlerimizi yakinen tanıyan, namazlarına şahit olan iki Koreli çok etkileniyor ve Müslüman oluyor. İşte bu iki Müslüman, ilk Koreli Müslüman olarak tarihe geçmiş. Adlarını da Mehmetçik koyuyor; Ömer ile Musa.
Korelilerin askerlerimizi namaz kılarken seyretmeleri ve İslam’a duydukları ilgi karşısında birliğimizin komutanı Ankara’ya Genelkurmay’a bir mektup yazıyor. Genelkurmay İstanbul İmam Hatip Lisesinin ilk mezunlarından Çaykaralı Abdulgaffar Karaismailoğlu adında bir askeri hem Mehmetçiğin dini ihtiyaçları için hem de Korelilere irşat ve tebliğ yapsın diye gönderiyor.
Bu asker 1955/1957 arası orada kalıyor. Bu süre içerisinde TSK bulunduğu yerde bir de mescit açıyor. Arkasından da 55 Koreli Müslüman oluyor.
Savaş bitmesinden sonra da ordumuz Kore’de Barış Gücü olarak görev yapmış. Tam 28 yıl Kore’de kalmış. Bu süre içerisinde de TSK içerisinde görevli imamlar köy köy gezip İslam’ı anlatmışlar.
Tabii askerimizin Kore’den ayrılması ile birlikte maalesef ülkemizi ve İslam’ı temsil edecek kimse kalmamış.
Bu gün ordumuzun attığı tohumlar sonucunda 35 bin civarında Koreli Müslüman yaşıyor bu topraklarda ve hiçbir ülkeye nasip olmayan Türkiye sevgisi.
TSK tarafından bir de adı Ankara olan bir okul açılmış o dönem. Maalesef bu okul bir kez mezun verebilmiş. Kore’de ilk yabancı okul olma unvanı işte bu okula ait.
Kore Hükümeti, Müslümanlığın Kore’ye girişinin 50. Yılını 2006 da törenler ile kutlamış. TSK’nın ülkelerinde İslam’ı yaymada büyük rolünün olduğu resmen dile getirilmiş.
Maalesef askerlerimizin dönüşünden sonra her şey durmuş. İlişkiler soğumaya başlamış.
Taa ki Türkiye’den eğitim gönüllülerinin Güney Kore’ye gelişine kadar.

Neyse ki uzun bir aradan sonra ordumuzun bıraktığı yerden Türkiye’den Güney Kore’ye gelen eğitim gönüllüleri bu gün ülkemizi ve kültürümüzü hakkı ile temsil ediyorlar. Bir anaokulu, bir ilkokul, bir ortaokul ve İstanbul Kültür Merkezi ile gönüllere taht kurmuşlar. Korece’yi sular seller gibi konuştuklarını duyunca şaşırmamak ve ardından gurur duymamak elde değil.
16 ülkeden 300 öğrenci okuyor bu okullarda. Pek çok büyükelçi çocuklarını bu okula göndermiş. Ermeni, Azeri, Amerikalı, Afgan öğrenciler aynı sıraları paylaşıyor olması dikkatimi çeken hususlardan biri oldu. 2007’de açılmış bu okullarda Türkiye’den 6 fedakâr öğretmen görev yapıyor.
2002 deki A Milli takımımızın dünya üçüncüsü olduğu dünya kupasını ve milli takımızı destekleyen, albayrağımızı sallayan çekik gözlü Korelileri soruyorum İstanbul Kültür Merkezinin direktörü Erhan beye.
Anlatırken o günleri tekrar yaşıyor ve duygulanıyor. Koreliler finaller boyunca Türkiye’yi tutmuşlar, hatta Türkiye Kore maçında bile. Hakan Şükür’ün belki de dünya futbol tarihine geçecek bilmem kaçıncı saniyede attığı gol sonrasında Türkler ve Koreliler birlikte sevinmişler.
Maçtan önce kültür merkezi olarak ekranlara çıkıp o güzel Koreceleri ile Türkiye Kore dostluğu üzerine epey tahşidat yapmışlar. Genç Korelilerin hafızalarında tozlanan Türkiye sevgisini yeniden yeşertmişler. Türkiye bayraklarını da maçtan önce bütün Korelilere dağıtmışlar.
Sonucu biliyorsunuz, hala aklımıza geldiğinde gözlerimizin dolduğu, Türkiye, Türkiye diye bağıran, albayrağımızı sallayan çekik gözlü Koreli gençlerin stadı doldurması.
Kore’ye gelip de şehitlerimizi ziyaret etmemek olmazdı elbette. Seul’den saatte 300 km hız yapan hızlı tirene binip şehitliğin olduğu Busan şehrine doğru yola çıktık. İstanbul Ankara gibi bir uzaklık. Normalda 2 saat sürmesi gerekiyorken kutsal kabul edilen bir dağ yüzünden etrafından dolanmış tiren yolu. Bu sebepten yolumuz 3 saat sürüyor.

Şehitliğe girişte Korelilerin yazdığı şu yazı ile karşılanıyorsunuz.
Kalplerimize adlarınızı sevgi ile kazıdık,
Vatanımıza adlarınızı şükranla yazdık.
Kore’de 1005 şehit vermişiz. Bunların sadece 462 tanesi bu şehitlikte. Oldukça bakımlı olan şehitliğin temizliğini sembolik de olsa ilköğretim öğrencilerine yaptırıyormuş. Güzel bir uygulama.
Mezarları taşlarını okuyarak tek tek geziyorum. Çoğu 20, 21 yaşlarında fidanlar. Ahmetler, Mehmetler, Hüseyinler, yüzlercesi. Bir tanesinin önünün duruyorum. Önünde taze çiçek ve Türk bayrağı var.
Mezar taşında 1930 doğumlu Şehit Er Mustafa Nazlı- 5/12/1951. Yaş 21 yazıyor. Anadolu’nun nazlı kınalı kuzularından sadece bir tanesi.
Mezarındaki o taze çiçeğin ve bayrağın anlamını bizi gezdiren dost kulağıma fısıldıyor; şehit olduğu günün seneyi devriyesinde Koreliler her şehide bunu yapıyorlar. Hem de yıllarca hiç aksatmadan.
Ne ince bir davranış değil mi?
Kahraman askerimiz şehit er Mustafa Nazlı’nın şehit olmasının tam 58. yılında mezarının başında gözümün önünden Kore savaşında yaşananlar, kıldıkları namazlar, verdikleri insanlık dersleri geçiyor. Ağlamaya başlıyorum.
Şehitlikten çıkarken arabamızın yanına otoparkçı geliyor. Türk olduğumuzu gururla söylüyoruz. Otopark ücreti için yanımıza geldiğine pişman ve biraz da mahcup bir şekilde ‘siz bedelini çok fazla ödediniz dercesine gözümüzün içine bakıyor.
***
Bir Kore gezisi de burada bitiyor.
Kahraman Mehmetçiğimiz ve görevi devralan eğitim kahramanlarımızla gurur duyarak Türkiye’ye dönmek üzere uçağa biniyorum.
Geriye şehit Mustafaları, Ahmetleri, Mehmetleri, eğitim kahramanlarından da Eşrefleri, Erhanlarlı, Mennanları bırakarak.
Gururla…

Erkam Tufan Aytav




---------------------------------------------------------------------------



GÜNEY KORE/ SEUL 08.12.2009

Güney Kore, Ergenekon ve Erke Dönengeci

Kore’den herkese merhaba, size bu satırları Güney Kore’nin başkenti Seul’den yazıyorum.
Asya Gazeteciler Derneğinin (Asia Journalist Association AJA) daveti üzere Medya Çevre ve Terör konulu toplantıya katılmak için Güney Kore’nin başkenti Seul’deyim.
Yola çıkmadan önce zihnimi bir kurcaladım Güney Kore değince ilk aklıma gelen Kore savaşı ve gazilerimiz geldi. Peşinden de 2002 yılında yapılan ve A Milli takımımızın dünya üçüncüsü olduğu dünya kupası. Ve milli takımızı destekleyen, albayrağımızı sallayan çekik gözlü Koreliler.
Ordumuz Kore’ye 1950’de BM’lerin çağırısı üzere gitmiş ve savaşmış. Savaşta 721 şehit, 2.147 yaralı, 346 hasta, 234 esir, 175 kayıp vermişiz. Kore savaşı bizim için büyük bir trajedidir. 462 şehidimiz Kore’de metfun.
Japonya’nın ikinci dünya savaşı sonucu yenilmesi ile Japon ordusu Kore’den çekilir. Ülke kuzey ve güney diye ikiye bölünür. Kuzey Sovyet kontrolüne girerken, güney de ABD kontrolüne girer.
Sınır olan 38. paralelden aşağı inen Kuzey Kore ordusu savaşı başlatır. Sadece BM ordusundan 40.896 asker hayatını kaybeder, buna bir de karşı cephenin kayıplarını da katarsanız korkunç bir rakam karşısıza çıkar.
Sonuçta Kuzey Kore ordusu tekrar 38. Paralele çekilir ve bir ateşkesle savaş biter. Biter bitmesine de ortada bir anlaşma yoktur, sadece ateşkes vardır. Bu gün de savaş durumu hukuken halen devam etmekte.
Acılar savaş ile birlikte bitmemiş tabi. Savaşın bittiği 27 Temmuz 1953’ de sınırlar bir anda kapatılmış.
Sınırların kapanması ile aileler bölünmüş. Çocuğu orada, annesi burada pek çok kişi acılar çekmiş.
Son birkaç senedir kuzeydeki hükümet parçalanmış aileleri birleştirmek için bir yumuşama göstermiş. Bu yumuşama sonucu birbirinden kopan akrabalar verilen iki günlük süre içerisinde hasret gidermeye başlamış. Halen süren bu iki günlük dramatik buluşma TV’lerden canlı yayında veriliyor ve halk gözyaşları ile seyrediyor.
Düşünün 50 sene sonra bir anne evladı ile buluşuyor. Tabii iki taraftan da hayatta kalanlar ve birbirlerini bulabilenler için bu sevinç. Gözyaşları sel oluyor. İki gün süre bu hasret giderme acı bir gerçeğe yerini bırakıyor. Çünkü bu buluşma ilk ve son oluyor. Bir daha görüşmelerine müsaade yok. Buluşmayı daha da dramatik yapan da bu zaten.
Güney Kore’ye kalsa sınırları açacak sonuna kadar. Ama Kuzey Kore istemiyor. Dünyadaki son komünist ülke. Halkı açlıkla savaşıyor. Aslında güneyde olmayan verimli topraklar kuzeyde, kuzeyde olmayan sanayi de güneyde.
İşte halen devam eden Kuzey -Güney Kore’nin ilişkisi kısaca böyle.
Şimdi size bir soru; Kuzey Kore’nin Türkiye’deki fahri Konsolosu kim? Sizi fazla yormayayım İşçi Partisi genel başkanı ve halen Ergenekon davasından tutuklu yargılanan Doğu Perinçek. Nasıl çok yakışmış değil mi? Nasıl da birbirlerini buluyorlar.
Korelilerin ataerkil bir aile yapısı var. Baba yemeğe başlamadan ev halkı başlamıyor. Baba evden çıkarken herkes sıraya giriyor ve babayı uğurluyorlar. Bayramlarda dede, nine gibi evin en yaşlılarına secde ediyorlar. Büyüklere saygı esas.
Bazı köklü ailelerin 5 bin yıllık şecereleri olduğu söyleniyor. Kore’de en büyük aileler Lee, Pak, Kim soyadı taşıyanlar. En çok kullandıkları kelime de yaparsan olur. Bu söylem hayat felsefeleri olmuş.
1953’de yerle bir olan Güney Kore bu gün çok gelişmiş bir sanayi ülkesi. Samsung, LG, Hundai, Daewoo, Kia dünyaya kazandırdıkları markalardan bazıları. Bizim bir tane bile dünya çapında markamızın olmaması bizim için ne kadar utanç verici bir durum olduğunu Kore’ye gelince daha iyi anlıyorum.
Türkiye’ye karşı büyük bir sevgi var. Burada verdiğimiz şehitlerin bunda tabiî ki büyük payı var.
Korece de Şi, bizde şiir, su su, bora bora, ça cay, mandu mantı, çagol çakıltaşı, pustumak mutfak, hobak kabak. Bu tür ortak kelimeler var. Çok ilginç değil mi?
Tarihçilerin dediğine göre Korelilerin ataları olan Kogsiya krallığı Göktürkler ile komşu yaşamışlar ve birlikte Çin’e karşı savaşmışlar. Kız alıp vermişler. Bazı Koreli tarihçiler Türkler ile Koreliler arasında kan bağı olduğunu bile iddia ediyorlar. Bu gün Koreliler Türkiye için kardeş ülke ifadesini kullanıyorlar.
Yazımın başında dediğim gibi Asya Gazeteciler Derneğinin düzenlediği Medya Çevre ve Terör konulu toplantıya katılmak için Güney Kore’nin başkenti Seul’de bulunuyorum.
Toplantıda Koreliler çevreyi kirletmeyen enerji nasıl üretilir, neler yapmak lazım ateşli ateşli anlatıyorlar. Birden düşündüm yahu bizde de bu tür çalışmalar yok mu? Tabii ki var olmaz mı?
İçimden geçirdim; ‘getireceksin Türkiye’den emekli Ergenekoncu iki paşayı, anlatacaklar Korelilere Erke Dönengecini, görecekler Türkün ne demek olduğunu’.
Çok şükür dünya çapında bir markamız yok ama henüz daha tam çözemediğimiz Erke Dönengecimiz var.
Şimdilik Kore yazıma bu günlük burada noktalı virgül koyayım. Bir sonraki yazımda Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kore’de İslam’ın yayılışı ile ilgili çok ilginç şeyler anlatacağım. Sakın kaçırmayın, Kore’den sevgilerle…

Erkam Tufan Aytav








---------------------------------------------------------------------------


SENEGAL/ DAKAR 16.02.2010
Madam Mbaye'nin Gözyaşları

Senegal'de bir Afrika akşamı. Atlas Okyanusu'nun kıyısında bir grup gazeteci dostla birlikteyiz. Türk işadamı Abdullah Beyin açmış olduğu İstanbul Restoran'da Senegalli dostlarla yemek yiyoruz.

Karşımızda heyecanlı heyecanlı konuşan simsiyah tenli, atmış yaşlarında, oldukça uzun boylu Mösyö Adama Diop diyor ki;
'1996 yılında Senegal Milli Eğitim Bakanı danışmanı iken yirmili yaşlarda, üç Türk genci yanıma geldi. Yavuz Selim Eğitim Kurumları olarak Özel okul açmak istiyorlardı. İkisinin isimleri hatırımda, Mösyö Ömer ile Mösyö Hamza, diğer gencin ismini şimdi tam hatırlamıyorum. Kendilerini kısa sürede sevdirdiler, itimat telkin ettiler, o günlerde okul açmaları için elimden geleni yapmıştım diyor' Mösyö Diop. 'Okul o yıl 6 öğrenci ile açıldı' diyor ve konuşmasına devam ediyor. O yıllara kadar Türkiye buralarda bilinmezdi. Açılan bu okul ile bilinir oldu. Bu öğretmenler fakir insanlara yardım için kapı kapı gezdiler yardımlar götürdüler, öğrencilerinin evlerine gidip aileleri ile tanıştılar ve herkesin gönüllerinde taht kurdular. Aradan 13 yıl geçti, bu gün Yavuz Selim Eğitim Kurumları olarak Senegal'de 290 öğrencinin okuduğu bir kız koleji, 293 öğrencinin okuduğu bir erkek koleji, ikisi başkent Dakar'da biri Thies'de olmak üzere 595 öğrencili 3 ilkokul, bir de 100 öğrencinin okuduğu anaokulu var.

İnanılmaz değil mi?

O sırada restoranın sahibi Abdullah Bey servisi kendi elleri ile yaparken yanımda oturan Oral Çalışlar ona bir soru soruyor; neden buralara geldiniz, böyle bir maceraya atıldınız diye. Abdullah Bey'in mütevazı cevabı bizleri duygulandırıyor; 'Hizmet buralara gelmiş, genç eğitimci arkadaşlar buralarda koşturuyor, onlara destek olmamız lazım.'

Bayrağımızın dalgalandığı, türkülerimizin söylendiği bu okullar gerçek anlamda birer başarı öyküsü. Alın size Çılgın Türkler. Tabii Türkler derken bütün Türkiye'yi kastediyorum. Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle, işadamıyla, eğitimcisiyle…

Okul deyip geçmeyin, her öğrenci bir insan, aile okula emanet ettiği oğluyla, kızıyla tanıyor Türkiye'yi ve Anadolu insanını. Her tanıyıp seven insan ülkemizin tutan eli, gören gözü, yürüyen ayağı oluveriyor okul adındaki bu sevgi adacıklarının gizemli atmosferinde.

Geleneksel kıyafetleriyle okul aile birliği başkanı Madam Mbaye sözü alıyor. Madam Mbaye eşi eski bir bakan olan bir iş kadını. Bize okulları anlatıyor;


'Bütün çevrem Yavuz Selim okullarını methedince ben de oğlumu bu okullara vermiştim. O yıllarda öğretmenleri ve idarecileri çok iyi tanımıyordum. Daha bir yıl olmamıştı ki, oğlumun başarısından dolayı öğretmenleri onu 23 Nisan şenlikleri için Türkiye'ye götürmek istediler. Ben de biraz endişeli de olsa müsaade ettim. Türkiye hakkında çok şey bilmiyordum, Fransız televizyonlarında sürekli terör ve fakirlik üzerine haberler duyardık ülkeniz hakkında. Her gün oğlumla telefonda konuşuyorduk. Türk ailelerinin evlerinde misafir ediliyorlardı. Bir gün aradığımda oğlum ağlamaktan konuşamadı. Ben de telaş ile yanında olduğun aileye ver telefonu dedim ama Fransızca bilmediklerinden konuşamadım. Doğru okula koştum, müdür beyi buldum. Derhal oğlumu arıyorsun, oğlum neden ağlıyor hesap verin dedim. Müdür bey aradı ve gerçeği öğrendik. Oğlum misafir olduğu aileden ayrılma günü geldiği için ağlıyormuş, ona çok iyi bakmışlar, hediyeler vermişler, büyük bir insanlık göstermişler.

Madam Mbaye bize heyecanla bunları anlatırken baktım o simsiyah yüzünden inci gibi billur gözyaşları dökülüyordu. Daha fazla konuşamayacağım dedi ve sözünü bitirdi.

Bizlere Senegal'de bu güzellikleri yaşatan isimsiz kahramanlara en içten teşekkürlerimi sunuyorum.

Erkam Tufan Aytav
16.02.2010








------------------------------------------------------------------------


DİYARBAKIR 27 Mayıs 2009

Diyarbakır çay ocaklarında neler konuşuluyor?

Önceki gün değerli dostum şair yazar Bejan Matur’un davetlisi olarak Diyarbakır’a gitme fırsatı buldum.
Bejan Matur’un şiir ve fotoğraflarla Diyarbakır’ı anlattığı Doğunun Kapısı Diyarbakır adlı kitabının tanıtımı için buradayım. Kültür Sanat Vakfı olarak oldukça değerli bir eser ortaya koymuşlar.
Kitabın tanıtım resepsiyonu vakfın tarihi binasının avlusunda gerçekleşti. Katılım oldukça fazla olmakla birlikte DTP’nin orada bulunmaması oldukça ilginçti.
Bu Diyarbakır’a ikinci gelişim. Daha öncede bir yazımda bu utancımı dile getirmiştim. Surları gezerken bir Diyarbakırlı çocuk beni göstererek turistler gelmiş demişti. Çocuk çok haklıydı. Turist gibiydim, ayıbımı yüzüme vurmuştu. İyi de yapmıştı.
Her gittiğimde Diyarbakır bir gül gibi biraz daha açılıyor ve bana kendisini biraz daha gösteriyor.
Resepsiyonda herkesin ilgi ve sevgi gösterdiği yaşlı bir çift dikkatimi çekti. Hemen tanıştım. Sıtkı amca ile Bayzar teyze meğerse Diyarbakır’ın son Ermenileri imiş. Evet, son Ermenileri, yani ölüp gitseler başka ermeni kalmayacak koca şehirde. Kılık kıyafetleri ve konuşmaları ile tam Diyarbakırlılar. Konuşma esnasında amcanın ‘hay babana rahmet’ demesi var ki bayılırsınız. Konuştukları dil Kürtçe ve Türkçe. Elde de tespih, başta kasket ve bıyık. Süryani cemaatine bağlı Meryem Ana Kilisesinin avlusunda yaşayıp gidiyorlarmış.
Bejan hanımdan öğrendiğime göre 1900’lü yılların başında şehir merkezinin %60 ı gayrı Müslim imiş. İşte şimdi kala kala Ermeniler adına bu yaşlı çift kalmış. Süryani nüfus ise bütün Diyarbakır’da 40/50 kişi kadar olduğu söyleniyor. Tabii Diyarbakır’da yaşayan binlerce gayrı Müslim’in sırf keyfleri için, şehri terk ettiklerini söylemek herhalde imkânsız.
Kaçmak zorunda kalan Ermenilerin mallarına ve topraklarına kimler el koymuş ayrı bir yazı konusu.
Tayyip Erdoğan’ın ‘yıllarca farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu. Bu aslında faşizan yaklaşımın sonucuydu’ ifadesi ile CHP`li Elekdağ’ın, geçmişte etnik kökenleri nedeniyle yurt dışına çıkarılan kimseyi hatırlamadığını ifadesini, mevzu mübadele olsa da buraya yorumsuz yerleştireyim ve bu konuya hiç girmeden Diyarbakır gözlemlerime devam edeyim.
Şehirde çay ocakları halkın nabzını yoklamak için en önemli zeminler. Ama hangi çay ocağına kimler takılıyor önce bunu iyi bilmek lazım. Zira siyasi görüşleri açısından farklı farklı çay ocakları var.
Ben de o çay ocağı senin bu çay ocağı benim gezdim durdum. Sonuçta bol bol çay içip notlar tuttum.
Öncelikle şunu belirteyim ki hangi çay ocağına giderseniz gidin Diyarbakırlı olmanın getirdiği sıcak ev sahipliğini derinden hissediyorsunuz. İkinci ortak paydayı ise bir dokun bin ah işit kâseyi fağfurdan şeklinde özetlemek mümkün. Dertli sölegen olur diye bir söz vardır, aynen öyle.
Bir çay ocağında vatandaşlar ile sohbet ederken ‘konuşmanızda neden dağdakilere terörist demiyorsunuz dikkatimi çekti diye sorudum. Sigaradan bıyıkları sararmış amcanın cevabı oldukça ilginçti. ‘Bu devlet meşru kültürel haklarımızı versin gene terör yapıyorlarsa o zaman hep birlikte terörist diyelim’ dedi. Tabii birde herkesin bir şekilde tasvip etse de etmese de bir yakının dağda olduğunu da düşünmek lazım. Aynı zamanda cibilli bir sahiplenmeyi de hissediyorsunuz.
Peki, dağda öldürülenlerin sünnetsiz çıkmasına ne diyorsunuz sorusuna da cevap hazır; ‘bu tamamen devletin propagandası’. Nasıl yani yok mu böyle bir şey değince de, imam olan akrabasını örnek veriyor. Çatışmada öldürülen PKK’lının cenazesini yıkayan imama devlet adına birileri baskı yapmış, zorla sünnetsiz dedirtmek istemişler. Çay ocağı sakinleri fakirlikten sünnet olamayan pek çok Kürt çocuğunun olduğunu da ekliyorlar. Bu çocukların çoğu askerde sünnet oluyormuş.
Diyarbakır sokaklarında gezen araba plakalarının çoğunun 06 yani Ankara olması dikkatimi çekti. Neden diye sorduğumda devlete yakın gözükme dürtüsü diye cevap aldım. Hemen bir fıkra anlattılar. Ama fıkra müstehcen olduğu için biraz üstü örtülü ve kısa anlatacağım.
Bir gün köye nüfus planlaması ekibi gelmiş. Kocası evde yokken kadına spiral takmışlar. Adam akşam eve geldiğinde kadın olanları anlatmış. Kocası sormuş ne o spiral dedikleri diye. Kadın şu uzunlukta bir tel demiş. Kocası hemen tepki göstermiş ‘eyvah devlet bizi dinleyacak” diye. Günlerce adam karısına ‘yaklaşamamış’. En sonunda canına tak etmiş. Karısının yanına sokularak ‘ne mutlu Türküm diyene’ diye bağırmış.
Şehirde iki dilli hayat başlamış gözüküyor. İlanlar, afişler hep Kürtçe ve Türkçe. Laf geldi çattı TRT Şeş’e; genellikle beğeniliyor. Ama PKK yanlıları; korucu tv veya TRT Şaş diye isim takmışlar. Şaş, yanlış veya şaşı anlamındaymış galiba.
Yolum meşhur Şevket’in çay ocağına da düştü. Daha çok muhafazakâr kesimin takıldığı bir çay ocağı. Müdavimlerinin tahsil seviyesi de epey yüksek. Pek çoğu üniversite mezunu. Eski, dar bir sokakta bulunan bu çay ocağı, oraya takılanların ifadesi ile salaş bir yer. Ama buradan vazgeçemiyorlar. Dar bir merdivenden damına çıkıyoruz. Kuşlar, kediler ve antenler içinde tabureler üstünde sohbete dalıyoruz.
Camında sararmış bir gazete kupürünün yapıştırıldığını görüyorum. Aynen şöyle diyor,
Taraf gazetesi çalışanlarını en kısa zamanda çay içmeye davet ediyoruz. İmza; Şevket’in çay ocağı müdavimleri.
Bu ilanı 2008 de vermişler Taraf gazetesine. Sordum o gün bu gündür gelen yokmuş Taraftan. Diyarbakır’da en çok satan ilk üç gazete Taraf, Zaman ve Sabah imiş. Taraf’ı çok beğeniyorlar. Problemlerimize karşı çok duyarlı, Ahmet Altan bir yönden bize çok uzak olmakla birlikte pek çok muhafazakâra göre bize daha yakın diyorlar. Taraf’ın sıkıntıda, kapanma ihtimali var duyumunu almışlar, eğer kapanırsa burada toplu intiharlar gerçekleşebilir diye espri tonlu üzüntülerini dile getiriyorlar.
Medyanın bir kesiminden ise hiçbir ümitleri yok. Ama muhafazakâr medyadan çok dertliler. Filistin’e gösterdikleri ilgiyi buraya göstermiyor diyorlar. Konuşmalarında ayrıca hem dindar hem Kürt olmalarından kaynaklanan çifte kavrulmuşluk duygusunu da hissediyorum.
Gidebildiğim ve görebildiğim kadarı ile Diyarbakır’da bütün çay ocaklarında ortak söylem;
• Derhal ateşkes, sonra af. Arkasından da hemen kültürel haklar.
• PKK’nın bağımsız devlet talebinden başlayıp, laik demokratik devlet içinde var olma söylemine kadar geldiği, bunu değerlendirilmesi gerektiği.
• Türkiye tarihi bir fırsat yakaladı, değerlendirmeli.
Dinlediklerimden ve izlenimlerimden yazacak daha o kadar çok şey var ki. Ama yazımı burada noktalamak durumundayım.
Söylenenleri aynen aktardım. Yorum sizin.

Erkam Tufan Aytav




------------------------------------------------------------------------


DİYARBAKIR 17 Eki. 08

Bir ‘Turistin’ gözü ile Diyarbakır

Diyarbakır havaalanına indiğimde bu şehre ilk kez gelişimin ve bölgenin gerçeklerini uzaktan, sadece medyadan o da yazılan, gösterilen kadar haberdar olduğumun ezikliği içerisindeydim.

Şehirde son bir ay içerisinde iki olay olmuştu. Birinde PKK özel bir dershane önünde askeri araca saldırmış 6 şehit verilmiş, öteki olay ise polis otobüsüne saldırılmış 5 şehit verilmişti. Ama son bir ay içerisinde Diyarbakırlı kaç terörist cenazesi gelmişti onu bilmiyorum.

Hangi ana ister ki oğlunun dağa çıkmasını, biricik evladı, yaşlılığında kendisine bakacak olan göz bebeği oğlunu. Ya katil olacak ya da cenazesi gelecek. Hangi ana yüreği buna razı olabilir!

Yanlış anlaşılmaktan veya bilmem ne sebeplerden korkularak şehit anaların gözyaşlarının yanında evladını dağa, teröre kurban etmiş ananın gözyaşlarını bir türlü görmek istemiyoruz.

Skor ifade eder gibi bizden şu kadar onlardan şu kadar kayıp var hesapları ile insanlığımızdan ne kadar uzaklaşmışız. Kürdü, Türkü hepsi bu ülkenin vatandaşı değil mi? Hepsi vatan evladı değil mi? Bu savaş sürdüğü sürece ya kandırılıp veya dağda öleceksiniz, ya da askerde Mehmetçik olarak. Sonuçta ölüm aynı ölüm, gözyaşı aynı gözyaşı değil mi?

Bejan Maturdan dinlemiştim. Çocukluk arkadaşı PKK tarafından kandırılmış ve dağa çıkmış. Bir çatışmada da ölmüş, annesine söyleyememişler oğlunun vefatını. Annesi yıllardan beri geceleri bahçe kapısını açık bırakıp yatıyormuş, belki oğlu gelir, dışarıda kalmasın diye.

Şehit cenazeleri bütün Türkiye’den kalkıyor. Türkiye’nin muhtelif şehirlerine ateş düşüyor. O şehirlerde tansiyon yükseliyor sonucunda da cenaze törenleri amacını aşarak miting haline dönüşüyor.

Terörist cenazeleri ise Türkiye’nin bütününden değil sadece bir bölgesinden kalkıyor. Bu ise dar bir coğrafyada ve yüksek yoğunlukta cenaze evi demek. Acaba bu cenazeler bu bölgeyi nasıl geriyor, psikolojilerini nasıl etkiliyor diye düşünmeden edemiyorum.

Diyarbakır’a giderken; zihnimdeki bu düşünceler, taze yaşanan olaylar ve yılların bıraktığı terör haberlerinin tortusu bende bir tedirginlik yapmadı değil.

Nasıl bir yere gidiyordum. Diyarbakır benim için sayısını bilemeyeceğim kadar çok bilinmeyenli bir şehirdi. Tarihinden, ekonomisine, yaşanan sıkıntılardan, kültürüne kadar.

Havaalanında ilk dikkatimi çeken polis bankosunun önünde ‘Lütfen doldur boşalt yapmayınız” yazısı oldu. Dikkatimi çeken ikinci yazı ise şehre girerken tarihi surların üzerinde yazan şu yazı; Seni Sevirem.

Dostum şair yazar Bejan Matur’un daveti üzere bir grup gazeteci yazar ile birlikte Diyarbakır’a gelmiştim.

Diyarbakır’da bulunacağım iki gün içerisinde şehir ve bölge hakkındaki cehaletimi kimseye söylemeyecektim. Kimse de anlamayacaktı. Taa ki tarihi surlarda Keçi Burcunu gezerken parmağı ile beni gösteren iki Diyarbakırlı çocuğun ‘bak turistler gelmiş’ diyene kadar. Eyvah dedim fena yakalandım.

İşin gerçeği ben Diyarbakır’a da, Diyarbakır’ın gerçeklerine de turisttim. Kırım’dan göç etmiş bir annenin, Rodos tan göç etmiş bir babanın İzmir doğumlu çocuğu ve bütün hayatı Batı Anadolu’da geçmiş biri olarak Diyarbakır’da yerli turisttim.

Eh! turist olunca tarihi turistik bir mekânda konakladık. Tarihi İpekyolu üzerinden Suriye, İran, Hindistan’a gidecek tüccarlar için yapılmış bir kervansaray. Adı Deliller hanı. Delillerin anlamı rehberlermiş. 572 yılında Diyarbakır’ın 2. valisi Hüsrev paşa tarafından yaptırılmış. 72 odalı, 800 deveyi barındırabilecek kapasitede.

Şehir Anadolu ile Mezopotamya, Avrupa ile Asya arasında doğal bir geçiş yolu, bir köprü görevi yapmış

Bunu şehrin en muhteşem camisi Ulu Camii gezince de anlıyorsunuz. Avlunun dört bir tarafında Şafiler, Hanefiler, Malikiler ve Hambeliler için namaz kılma yerleri var. Her bir mezhep için de ayrı imamı. Ya bu şehir tarihte dört mezhebin cemaatlerinin yoğun yaşadığı bir yerdi. Ya da dünyanın dört bir tarafından gelen kervanların kozmopolitliğine cevap versin diye böyle yapılmıştı. Belki de her ikisi birden.

Şafi bölümünün imamının anlattığına göre 3600 yıllık bir mabet. İnsanın ‘vay canına’ diyesi geliyor. Önce ateşperestlerin mabedi olarak yapılmış, sonra havra olmuş, sonra kilise, sonra da cami. Bu makaleye sığmayacak kadar çok uzun bir hikâyesi var.

Sadece Ulu camiinin değil aslında Diyarbakır’ın bütün hikâyeleri, yaşananları, yani gerçekleri çok uzun. Siz yeter ki dinlemek isteyin.




Bölgenin en büyük gerçeklerinden biri de örgüt, yani PKK. Bir türlü anlayamadığım bir konudur; dinden bu kadar uzak bir terör örgütünün hala bölgede var olabilmesi. Tek izahım denize düşen yılana sarılır atasözü.

Diyarbakırlı Kürt bir dostumun bir sözünü burada aktarmadan edemeyeceğim. Diyor ki; haşa milyonlarca kere haşa, Allah’ın Resulü Efendimiz merkat inden kalksa ve dese ki ‘ben bu İslam dininden vazgeçtim, bu Kürtler vazgeçmez’.

Bölge halkı dine maneviyatına böylesine bağlı bir halk. PKK’nın halka nüfus edememesinde en büyük etkenin din olduğunu düşünüyorum.

Şehirde 27 sahabenin metfun bulunması her şeyi anlatıyor aslında. Bu durum Diyarbakırlılar için bir gurur kaynağı. 27 sahabeyi bağırlarında misafir ediyorlar. Peygamber kabirlerinin de olduğu söyleniyor.

Şehir gezimiz esnasında rehberimize Said Nursiyi soracak oldum.
‘Bak dedi, karşımızdaki Hz. Ömer Camii var ya işte orada Said Nursi 40 gün itikâf yapmış’. Halkın üzerinde büyük itibarı var Bediüzzaman’ın.

‘Çorabın nakışlarında annemin izi var’

Ulucamiinin imamı hemen bize babasının bir hatırasını anlattı. Babası Molla Ali, Bediüzzaman Barla’da sürgünde iken Diyarbakır’dan kalkıp kendisini ziyarete gider. Talebeleri üstadın çok hasta olduğunu ancak 5 dakika kadar yayında kalabileceğini söylüyorlar. Üstat Molla Ali’nin Diyarbakır’dan geldiğini görünce çok memnun oluyor ve ziyaret 2,5 saat sürüyor. Molla Ali ayrılırken Üstada ördürdüğü yün çorabı hediye vermek istiyor. Üstat Diyarbakır’dan gelen çorabı öpüyor, kokluyor ve ağlıyor. ‘Çorabın nakışlarında annemin izi var’ diyor.

Bu hatıra bana Fethullah Gülen Hocaefendinin gurbette Türkiye’nin dört bir yerinden getirdiği toprakları hasretle öpüp koklamasını hatırlattı.

İmam dert yanıyor şafi cemaatin büyük bir bölümü Türkçe bilmiyor Kürtçe de yasak olduğu için halk ne hutbeden ne de vaazdan bir şey anlıyor diyor.

Ulucami önünde çay sohbeti

Bir dokun bin ah işit kâse-yi fağfurdan demişler. Ulucamii önündeki çay ocağında gezi ekibimizden Cengiz Çandar ve Oral Çalışlar ile oturduk. Daha doğrusu oturtulduk. İnsanlar konuşmak istiyor, dertlerini paylaşmak istiyor, adam yerine konmak istiyor, gururu ile oynanmasın istiyor.

Sohbet esnasında dikkatimi çeken iki cümle;
— Devlet Özel harekât birimleri göndereceğine bize şefkat birimleri göndersin.
— Bir komutan bir gün halka yaptığı konuşmada dedi ki ‘size Avrupa’nın en sağlam karakolunu yaptık’. Biz ne istiyoruz komutan neyle övünüyor

Bununla birlikte anladığım kadarı ile yeni dönemde şehre tayin olan gerek valilik gerek emniyet yetkililerinden halkın memnun olduğunu gözlemledim.

Şehirde dikkatimi çeken bir başka şey de esnafın dükkânlarında hala şehit emniyet müdürü Gaffar Okkan’ın ve Özal’ın resimleri var. Bölge halkı çok vefalı. Kendisine samimi yaklaşanları ve hizmet edenleri unutmuyor, bağrına basıyor.

Dedim ya yazımın başında, bu bir turistin Diyarbakır’da kaldığı iki günlük gözlemleridir. Eksiği ile doğrusu ile benim gözlemlerim bunlar.


Erkam Tufan Aytav
17 Eki. 08







--------------------------------------------------------------------------


TANZANYA/ DAARESSELAM 2 Mart 2009

Abdullah Gül’ün Tanzanya’da göremediği

Geçen hafta Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül kalabalık bir işadamı heyeti ile Kenya ve Tanzanya’yı ziyaret etti.

Bu ziyaretin Tanzanya ayağına katılma imkânı buldum.

Türkiye’nin Afrika’da ki açılımları açısından oldukça önemli bir geziydi. Tanzanya’nın başkenti Dar es selam. Barış ve esenlik yurdu demek.
***
Türkiye’den iş adamlarının açmış olduğu okulun bahçesindeyiz. Mezuniyet törenini izliyoruz.

Okulun bahçesi tıklım tıklım dolu.

Abdullah Gül ve eşi Hayrünnisa Gül başta olmak üzere Tanzanya’nın önde gelen isimleri ve Türkiye’den gelmiş kalabalık işadamı grubu töreni ilgi ile izliyorlar.

Hava oldukça sıcak ama bizi asıl ısıtan öğrencilerin bizlere hazırladıkları gösteri.

Simsiyah Tanzanyalı öğrenciler bizlere sıra gecesini yaşatıyorlar. Urfa, Mardin yöresinden türküler söylüyorlar. Arkasından bir de Ankara misket havası geliyor.

Etrafıma bakıyorum, benimle birlikte Türkiye’den gelen pek çok kişi ağlıyor. Cumhurbaşkanımızın ve eşinin ruh hali de bizlerden farksız.

Millet olarak itilmişliğin, ezilmişliğin, tepe takla gidişin ve buna karşı yeniden bende varım deyişin gözyaşları bunlar.

Tören Sayın Gül’ün tebrik ifade eden konuşması ve okul birincisine diplomasını vermesi ile son buluyor.

Sayın Gül’ü gözlerimle takip ediyorum. Etrafı oldukça kalabalık. Makam aracına binerken mütebessim bir çehre ile emeği geçen herkese tekrar teşekkür ediyor ve okulun bahçesinden alkışlar ile ayrılıyor.

Bir dakika gitme, on metre ötede bir ağacın altında metfun bulunan Erkan Çağıl’a uğramadan, Fatihalar okumadan ayrılamazsın diye sessiz bir şekilde haykırıyorum.

Biraz ilerisinde bir ağacın altında bir kahramanın metfun olduğunu sayın Cumhurbaşkanı elbette bilemezdi.

Erkan Çağıl eğitim sevdalısı bir iş adamı. Bu sevda ile Tanzanya’ya hicret etmiş. Okul arsası bakmak için gittikleri yerden dönerken trafik kazası geçirmiş, hastaneye kaldırılmış ve orada vefat etmiş. Vasiyeti üzere okulun oldukça büyük olan bahçesinde bir köşeye defnedilmiş.

Tanzanya’lı öğrenciye sordum. Okulun bahçesinde yatanı tanıyor musun diye. Tanımaz mıyım, o bizim ağabeyimizdi dedi. Bana onu anlatır mısın dediğimde duygulu ve güzel Türkçesi ile şunları söyledi;

“Vasiyetinde üç isteği vardı;
Biri kendisi ile alakalıydı. Ölünce okulun bahçesine gömülmeyi istemiş, Cenazemi Türkiye’ye götürürseniz hakkımı helal etmem demişti.
Öteki talebi abisi hakkında idi. Abisinin Tanzanya’daki okullara sahip çıkmaya devam etmesini istiyordu.
Sonuncusu ise hanımı ve çocukları hakkındaydı. Dilerlerse Türkiye’ye dönebilirler ama Tanzanya’da kalırlarsa memnun olurum demişti.

Vasiyetindeki üç arzusu da yerine getirildi. O kahraman şimdi Tanzanya’daki okulun bahçesinde, abisi eğitim hizmetleri için koşturmaya devam ediyor. Vefalı eşi de çocukları ile birlikte Tanzanya’da yaşıyor.

Her şeyin menfaat üzerine döndüğü sıkıcı bir dünyada yaşarken bu tür hayatların varlığına nasıl inanacağız? Hiçbir beklentisi olmadan hizmet etmek nasıl bir şey?

Bu tek kelime ile bir destandır.

Maalesef yaşanan bu destan henüz kalem erbabı tarafından hakkıyla yazıya dökülmedi. Benim yaptığım sadece buğulu penceremden fotoğrafın küçük bir parçasını göstermek.


Erkam Tufan Aytav



--------------------------------------------------------------------------


AKŞEHİR 14 Ağustos 2009

Nasrettin hoca görseydi gözlerine inanamazdı!
Her zaman hep siyaset hep siyaset yazmak olmaz. Bu gün de bir gezi gözlem yazısı yazayım dedim.
Meşhurdur Nasrettin hocaya sormuşlar nerelisin diye, daha evlenmedim demiş. İşte tam bu bağlamda her yaz hiç aksatmadan benim için ‘hanım köy’ olan Akşehir’in Adsız kasabasına giderim. Yani Nasrettin hocanın memleketine.
Ha unutmadan hemen söyleyeyim, Nasrettin hocanın mezarı öyle anlatıldığı gibi üç tarafı açık olup kapısına da kilit vurulmuş değil. Dört tarafı kapalı bir türbede metfun hocamız. Hani bir keresinde hocadan köyün mezarlığına duvar yaptıracağız diye para istemeye kalkmışlar da hoca lafını yapıştırmış. ‘Ne gerek var duvara oradan ne kimse kaçabilir nede kimse oraya girmek istemez’ demiş. Demiş ama hocanın mezarının dört tarafı da kapalı işte.
Akşehir belediyesi hocanın şanına yakışır bir türbe yapmış, oldukça da bakımlı ağaçlık bir alanın içinde. Kabrine doğru ağaçlık yoldan ilerlerken İmam Buhari’nin Semerkant’ta bulunan kabri gözümün önüne geldi. Orayı da İslam Kerimov restore etmiş. Nasrettin Hocanın ayak izlerine Ortaasya’nın tamamında rastlanacağı gibi Semerkant’ta da rastlamak mümkün ama o ayrı bir yazı konusu.
Her sene olduğu gibi yine kabrinin başına gidip Fatihalarımı okudum. Allah mekânını cennet eylesin.
Bu sene Akşehir’in Adsız kasabasına gelişimde duyduğum iki olay bana Nasrettin Hoca görseydi gözlerine inanamazdı dedirtecek cinstendi. Neydi bu iki olay?
Biri; Nasrettin Hocanın maya çaldığı ama günümüzde kurumuş olan meşhur Akşehir gölünün yeniden dolmasıydı. Öteki ise Adsız kasabasına belinde silahla gezen kadın bir belediye başkanının seçilmesiydi. Duyar duymaz ‘hayırdır inşallah’ dedim.
Her iki hadise de olacak gibi değildi hani. Koca Akşehir gölü kurumuş, göle maya çalma törenleri artık yapılamaz olmuş, hatta göl yeni basılan haritalardan bile silinmişti. Peki, nasıl olmuştu da yeniden dolmuştu?
İç Anadolu gibi bir bölgede, hatta Konya’da ve onun muhafazakâr ilçelerinin birinin kasabasında kadın belediye başkanı seçilmesi inanılır gibi değildi.
Bu garip iki olayın üzerine dedektif gibi gittim, araştırmacı gazeteciliğin tam zamanı dedim. Sizler için araştırdım soruşturdum. Haber 7 sitesinin yayın yönetmeni Ünal Tanık’ın gözüne de girmiş olurum diye düşündüm. Tatilde bile boş durmuyoruz gibilerinden.
Soluğu Adsız kasabası’nın en yaşlı ve bilge ninelerinden Dudu Nine’de aldım. Dudu Nine tam bir Anadolu bilge ninesi. Ayaklı tarih. Peygamber Efendimizin adı anıldığında ağlayan, Kabe’den bahsederken kendinden geçen bir nine. Hiçbir tahsili yok ama Peygamber aşkını, isimlerinin önünde kocaman Prof. Dr olan ilahiyat hocalarından değil de Dudu Nine’den dinleyin siz bir. Bilgi ile imanın iki farklı şey olduğunu çok iyi anlayacaksınız.
Bu arada övünmek gibi olmasın ama hanımın ninesi olur Dudu Nine.
Dudu nine dedim bu Akşehir gölü yeniden dolmuş ne diyorsun bu işe? ‘Hay kurban olduğum Allah’ım’ diye söze başladı. Anlattığına göre bu üçüncü doluşuymuş gölün. Oğlum ben çocukken ve sonra gelin olduğumda da kuruyup dolmuştu, bu üçüncüsü dedi. Çocukluğunda bir bakmışlar ki göl bir gecede dolmuş.
Demek Akşehir gölü belli periyotlarda kuruyup doluyor. Köylüler göle yeniden balık atmışlar. Göl yeniden şenleniyor anlayacağınız. Harita genel müdürlüğüne duyurulur, yeni baskılarda gölü ihmal etmeyelim. Gölü mayalama törenlerine de devam edelim.
Akşehir gölünün yeniden dolması olayını böylece çözümlemiş oldum.
Gelelim ikinci olaya. Yani Adsız kasabasının beli silahlı kadın belediye başkanın sırrına.
Kadının fendi erkeği yendi
Her Anadolu kasabası ve köyünde olduğu gibi Adsız kasabasının da meydanında kahveler var. Yıllardan beri bu kahveler yaz aylarında dışarıya masa sandalye atıp müşterilerine hizmet sunarlar. Bir erkek olarak bunun problem olabileceğini hiç düşünmemiştim. Meğer ciddi bir problemmiş. Köyün kadınları meydandan geçerken kendilerini süzen kahve sakinlerinin bakışlarından çok rahatsız oluyorlarmış. Bu durumu dikkate alan kadın belediye başkanı kahvelerin önüne tente koydurmuş. Vay itiraz eden kahveye, kimsenin gözümün yaşına bakmamış basmış cezayı. Köyün kadınları bu duruma çok memnun ve oldukça keyifliler.
Dudu Nine’den çıktığım gibi bu sefer soluğu kasabanın belediyesinde aldım. Başkan Türkan hanıma ‘nasıl oldu da kadın olduğunuz halde bu muhafazakar halk sizi başkan seçti’ diye sordum. Uzun bir söyleşiden sonra işin sırrını çözdüm.
Adsız kasabası yerliler ile sonradan göç edip yerleşenler diye ikiye ayrılmış durumda. Yunak taraflarından ya kan davasına ya da geçim derdine kasabasına gelip yerleşmişler. Kendilerine yeni bir mahalle oluşturmuşlar.
Yerliler onlara traş diyorlar. Oldukça kavgacı ve asabi olduklarını söylüyor yerliler. Traşların nüfusu yerlilerin iki katı olmasına rağmen bu güne kadar hep yerli halk belediye başkanı çıkarmış. Ama bu seferki başkan traşlardan. Türkan Hanım seçimlerde mahalle milliyetçiliği yaptığını inkar etmiyor. Bir de kadın olmasının avantajını kullanmış, her eve mahremiyet problemi olmadan girip çıkmış, propagandasını yapmış. Kadın ve gençlerden oy aldım diyor başkan hanım. Bir İç Anadolu kasabası için yeni bir tecrübe bu. Bakalım ‘maya tutacak mı’?
Akşehir gölü ve kadın belediye başkanı olaylarının sırrı böylelikle çözmüş ve bir gezi gözlem yazısının sonuna gelmiş oldum.
Herkese Nasrettin hocanın köyünden selam.

Erkam Tufan Aytav
14 Ağustos 2009



-----------------------------------------------------------------------



KUZEY IRAK/ ERBİL 19.02.2009

Türk Kürtsüz, Kürt Türksüz yapamaz aç gözünü…

Sizlere bu yazıyı Abant Platformu'nun toplantısı vesilesi ile gittiğim Erbil'de bir otel odasından yazıyorum.
Gözüm duvardaki Galata kulesi ve Haliç'in resmedildiği bir tabloya takılı kalırken, otelin restoranından büyük bir gürültü ile Kürtçe Türkçe türküler kulağıma gelmeye devam ediyor.
Gözüm ve kulağım bana buranın kültürel anlamda Bağdat'a değil de İstanbul'a ait olduğunu söylüyor.
Sadece duvardaki tablo ve Türküler değil, her şey ama her şey o kadar bizden ki. Başka bir ülkede olduğunuz kanaati sizde kesinlikle uyanmıyor. Asırlarca yaşanan birlikteliğin izleri hiç silinmemiş.
Aynı kültür coğrafyasına ait olmanın yakınlığı ile kendimi hiç yabancı gibi hissetmiyorum. Çarşılar, sokaklar, insan manzaraları tamamen bizden.
Peki, biz kimiz? Biz asırlarca bu coğrafyada birlikte yaşamış, Türkler, Kürtler, Araplar, Asuriler, Kildanilar, Ermeniler ve diğerleri.
Abant platformunun düzenlemiş olduğu "Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak" başlıklı toplantı vesilesi ile dünyanın en sancılı coğrafyalarından biri olan Kuzey Irak'tayım.
Sancı Amerika'nın işgali ile başlamamış, hatta işgal sonrası belli bir düzene girdiği bile söylenebilir. Bağdat yönetimine kafa tutan Kürtlere Saddam çok çektirmiş.
Neden sancılı bir yer burası? Çünkü Irak'ın kuzeyinde Kerkük dâhil dünya petrollerinin yüzde 10'dan fazlası burada. Bir Kerkük'lü anlatıyor; evinin bahçesine su çıkarmak için kuyu kazmış, 6 metreden petrol fışkırmış. Adam üzülsün mü sevinsin mi bilememiş, çünkü suya ihtiyacı varmış. Komik gibi ama burası böyle bir yer.
Burası derken adını koymakta hala zorlanıyoruz. Burası Irak'ın kuzeyi mi, Kuzey Irak mı, yoksa Irak anayasasında belirtildiği gibi Kürdistan özerk bölgesi mi?
Dilimiz bir türlü Kürdistan demeye varmıyor. Ama havaalanında pasaportunuza Kürdistan damgası basılınca ve Erbil'de pek çok ülkenin konsolosluk açtığını görünce olayın ciddiyetini anlıyorsunuz.
Aslında Kürdistan kelimesi bizler için hiç de yeni değil. Osmanlı döneminde çok kullanılan bir kelime. Hatta ilk kullananın Kanuni olduğu bile söylenir. Siz oraya ne derseniz deyin. Orada bir Kürdistan devleti var ve kendilerini bu şekilde tanımlıyorlar.
Buranın halen Irak'ın en stabil ve güvenli bölgesi olduğu söylenebilir. Bununla birlikte sokaklarda hiç ABD askerine rastlamıyorsunuz. Nedenini sorduğumuzda bir cami imamı şöyle diyor; ABD askerleri nerede varsa orada terör vardır.
Bu özerk devletin devlet başkanı KDP partisinin de lideri Mesut Barzani. Başbakanı da damadı ve yeğeni Neşirvan Barzani. Barzani aşireti çok güçlü bir aşiret. Kadiri tarikatına mensup olan bu aşiret yönetime de tam manası ile hâkim.
Hürriyet gazetesi Mesut Barzani'nin Yahudi olduğunu ne hikmetse defaatle yayınlarında vurgulamıştı. Ama alakası yok. Doğan Grubu neden böyle bir yayına gerek gördü bilmiyorum. Araştırılsa ilginç sonuçlar bulunabilir.
Molla Mustafa Barzani yani Mesut Barzani'nin babası sadece buradaki Kürtleri için değil bütün Kürtler için de çok önemli bir şahsiyet. Bütün devlet dairelerinde de resimleri asılı.
Velhasıl-ı kelam Barzani soyadı çok önemli. Mesut Barzani de bunun farkında ve dünya Kürtleri'nin liderliğine oynuyor. Önümüzdeki aylarda da dünya Kürtleri kongresini yapacağı söyleniyor.
Irak'ın geneli itibari ile Araplar, Şiiler, ve Kürtler'in arası son derece kötü. Hele Kürtler ABD yandaşlığı sebebi ile diğer etnik gruplar tarafından hiç sevilmiyor. ABD askerleri bölgeyi terk eder mi bilemem ama ederse vay Irak Kürtlerinin haline.
Kürt özerk bölgesinin komşuları olan Suriye ve İran ile de araları çok kötü.
Hem siyasi hem ticari her anlamda tek çıkış noktaları Türkiye. Şartlar Kürt özerk yönetimini Türkiye'ye mecbur ediyor. Zaten Kürtler de kendilerini Ortadoğu'ya yani Arap dünyasına değil de Türkiye'ye ait görüyorlar.
Çarşıda geziyoruz. Raflar Türkiye'den gelen mallar ile dolu. Müzik marketin camı İbrahim Tatlıses'in, Ebru Gündeş'in posterleri ile süslü. Yanımda bir kişinin cep telefonu çalıyor, Türkiye'm canım benim türküsünün müziğini işitiyorum. Türkiye'den geldik değince halk çok sıcak karşılıyor. Esnaf hemen bir şeyler ikram etmek istiyor.
Türkiye'ye karşı halk çok sıcak. Bir şekilde herkesin Türkiye ile bir bağı var. Habur onlar için her şey demek. Adeta Kürdistan bölgesinin boğazı. Habur kapanır ise çok sıkıntı çekeriz, nefes alamayız diyorlar.
Peki ne olacak bu Irak'ın hali?
Abant toplantısında Cengiz Çandar'ın bu konuda çok önemli bir analizi oldu; Türkiye'nin çekim gücünde bir Kürdistan, İran'ın çekim gücünde bir Şii bölgesi, Arap dünyasının çekim gücünde bir Sünni Arap bölgesinden oluşacak bir federasyona doğru Irak hızla ilerliyor.
Evet, bölgede çok kıymetli petrol ve gaz rezervleri var ama bunların dünya pazarlarına ulaşması Türkiye üzerinden mümkün.
Kader Türkiye ile Irak Kürtlerini bir araya gelmeye zorluyor. Bu her iki kesimin de menfaatine. Ama önce ilişkilerin normalleşmesi gerekiyor. Normalleşmenin önünde net iki engel var PKK ve Kerkük'ün statüsü. Bu iki engel karşılıklı güvensizliği derinleştiren iki unsur olarak karşımızda duruyor.
Türkiye'den en ciddi elle tutulur yatırım Işık Eğitim Kurumlarının açmış olduğu okullar. Erbil, Kerkük ve Süleymaniye'de toplam 10 okul bir üniversite ile 14 yıldan buyana binlerce öğrenci yetiştirmişler. Kürt bölgesel yönetiminin beyinleri buradan yetişiyor.
Bu okullardan mezun gençler Abant platformu toplantısı süresince etrafımızda pervane oldular. Hepsi pırıl pırıl, hepsi Türkiye sevgisi ile dopdolu.
Duvardaki haliç tablosunun altında yazıyı bitirdiğimde otelin restoranından gelen Kürtçe ve Türkçe Türküler bütün hızı ile devam ediyordu.
Umarım kardeşlik Türküleri devam eder.

Erkam Tufan AYTAV
19-02-2009




---------------------------------------------------------------------------

JAPONYA 25 Haziran 2008

Japonya ve Abdülhamit Hanın vasiyeti

Tokyo'da bir mezar taşı; "Bismillahirrahmanirrahim Hüvel hayyüllezi layevmud üstaz ve katibil kebir seyyah ve mücahid-i şehir el hac kadı Abdurreşit Hazret İbrahim; Sibir Türklerinden, Tobul vilayeti, Tari şehrinden Hicri 1239, Miladi 1852." 25.06.2008


Tokyo'da bir mezar taşı;
"Bismillahirrahmanirrahim
Hüvel hayyüllezi layevmud üstaz ve katibil kebir seyyah ve mücahid-i şehir el hac kadı Abdurreşit Hazret İbrahim; Sibir Türklerinden, Tobul vilayeti, Tari şehrinden Hicri 1239, Miladi 1852."

Bu mezar taşı, İslam'ın güzelliklerini anlatmak için dönmemek üzere Japonya'ya gitmiş
Abdürreşit İbrahim'e ait. (r.a.)
7 Eylül 1852'de doğmuş, 31 Ağustos 1944 Cuma gecesi vefat etmiş. Tokyo'da yemyeşil bir mezarlıkta gayet mütevazı kabrinde yatıyor.
Tokyo'ya gidip de mezarını ziyaret etmemek, başında fatihalar okumamak düşünülemezdi.
Ahlaken Müslüman olarak tanımladığı Japonlara İslam'ı anlatmış, Japon imparatorluk ailesi ile yakın dostluk kurmuş, çok iyi düzeyde Japonca öğrenmiş, İslam hakkında Misyonerler tarafından yayılan yanlış kanaatleri tashih etmişti.
Japon gazeteleri konferanslarına büyük ilgi gösteriyor, konuşmaları bütün gazetelerde yer alıyordu. Japonların gönlünde âdeta taht kurmuştu.
Vefatı, gerek İslam dünyasında, gerekse ikinci vatanı Japonya'da büyük üzüntü ile karşılanmıştı. Japon devlet radyosu ve diğer basın organları tarafından bu elim haber her yere duyurulmuş, cenazesine iştirak etmek isteyenlerin çokluğu üzerine üç gün bekletildikten sonra büyük bir törenle toprağa verilmişti.
Büyük bir heyecan ile Japonya'da hizmet eden Abdürreşit İbrahim, kendisinin yetemediğinden hareketle, dönemin Halifesi Sultan Abdülhamit Han'a mektup yazarak Devlet-i Aliye'den yardım istemişti. Mektubunu da Halifeyi ziyaret edecek olan Japon İmparatorluk ailesine mensup bir Prens ile göndermişti.
Japon Prensin bu ziyaretini ve Abdürreşit İbrahim'in mektubu hakkında Sultan Abdülhamit Han'ın düşüncelerini gene Sultan Abdülhamit Han'ın ağzından okuyalım.
Hadiseyi Fethi Okyar naklediyor;
"Şimdi size hicran olmuş bir hatıramdan bahsetmenin sırasıdır beyefendi oğlum... Tarihini sarih olarak söyleyemeyeceğim, fakat Ruslara karşı kazandıkları zaferin arifesinde idi. Japon İmparatorluk ailesine mensup bir Prens, beni ziyarete geldi. İmparatorundan hususi bir mektup getiriyordu. Benden, İslam dininin muhtevasını, iman esaslarını, gayesini, ibadet kaidelerini izah edecek kudrette bir dini-ilmi heyet istiyordu. Bunun sebebi vardı. Orada İslamiyeti yaymayı, mukaddes vazife sayan Abdürreşit İbrahim isimli, aslı Kazanlı olan bir Müslüman âliminden mektup almış, Japonya'daki İslami tamim hareketine yardımcı olmam istenmişti.
İslam âleminin Halifesi idim. Bir taraftan daima iftihar ettiğim ve hizmetkârı olma-
ya çalıştığını bu âli vazife, diğer taraftan ruhumda bu mahiyette şerefli hizmete duyduğum hasretle, mümkün olan her şeyi yaptım, fakat bu yardımım daha çok maddi sahada kaldı. Çünkü Abdürreşit İbrahim Efendi, bizim din adamlarımızdan başka hüviyet içinde idi. Türkçe, Arapça, Farsçadan başka Rusça, Japonca biliyordu. Avrupa'yı baştan aşağı dolaşmıştı; Çin'i bile görmüştü. Kırk yaşından sonra Fransızca ve Latinceyi de öğrendiğini yazmıştı. Japonya'da Şinto dininin değişen şartlar içinde Japon münevverlerini tatmin etmediğini, mantık, akıl, ilim, ruh birliği ve cihanşümul (evrensel) felsefeyi temsil edecek bir dini-manevi hareketin, Japon milletince benimseneceğini, İslamiyet'in de aslında bütün bu vasıfları ihtiva ettiğini, sadece hakikatleri izah edecek kudret ve ilmi-manevi kifayette şahsiyetlere ihtiyaç olduğunu yazmıştı. Japon imparatorundan, ailesinden bir Prensin ziyareti ile böyle bir mektup da alınca, mevcudun ehemmiyeti hadise olarak önümde idi.
Fakat bizdeki din adamlarının ilmi ve manevi seviyelerini çok iyi biliyordum; Pederim merhum Sultan Abdülmecid'in büyük ümitlerle genişlettiği Tıbbiye için Avrupa'dan getirttiği ecnebi muallimlerden ders alanların kâfir olacağını söyleyen ulema benim saltanatımda da yerindeydi. Bilhassa Anadolu'da, bu mekteplerde okumanın selabet-i diniyeyi zedelediği hala telkin ediliyor.
Düşündüm ki, Japon İmparatorunun istediği Müslüman din âlimleri kendi ülkemizde olsa ve onları ben bulabilseydim, Japonlardan evvel kendi milletimin ve Halife, yani Peygamberimizin vekili olarak İslam âleminin istifadesini temin ederdim... Şöhret yapmış ilmiye mensuplarını tanıyordum. İçlerinde şahsen hürmete şayan çok şahsiyet vardı. Ekseriyetle de şahsen faziletli idiler. Fakat ilmi kudretleri, cihanı telakki tarzları, bu kadar büyük ve İslamiyet'in mukadderatı üzerinde tesir yapacak mevzuu ele almaya, neticelendirmeye müsait değildi... Fakat Japon İmparatorunun istediği Müslüman din âlimlerini yetiştirecek feyyaz membalar da artık mevcut değildi. Medreselerimiz birer ilim-irfan kaynağı olmaktan mahrumdu..." diyor ve ekliyor Sultan Abdulhamit Han;
"bu gibi işlerin muayyen başlama devri ve zamanı var. Saltanat müddetim sırasında en çok hatırladığım hakikatlerden birisi demir tavında dövülür darb-ı meselemiz olmuştur."
Evet, Sultan Abdulhamit Han bunları söylemiş. Demek koca bir Devlet-i Aliye boşuna yıkılmıyor. Halife Japonya'da İslam dinini anlatacak istenilen vasıfta bir âlim bulamamış ve bu meseleyi gelecek nesillere havale etmiş.

Gelelim günümüze. Bir vesile ile Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'ndan Cemal Uşak ile Japonya'ya gitmiştim. Uzun zamandan beri merak ettiğim Japonya'yı ve Japonları kaldığım süre içerisinde az da olsa tanıma fırsatı buldum.
Japon insanının çalışkanlığını, dürüstlüğünü, tevazuunu, insana saygısını, yani İslam'a ait bilumum güzel hasletlere sahip olduğunu görünce aynı Abdürreşit İbrahim gibi dedim ki; ‘Bu Japonlar ahlaken Müslüman'.
Mehmet Akif, "Süleymaniye Kürsüsü"nde adlı eserinde Abdürreşit İbrahim'in ağzından bakın Japonları nasıl anlatıyordu;
"Sorunuz şimdi de Japonlar nasıl millettir?
Onu tasvire zafer-yâb (amacına ulaşan) olamam hayrettir.
Şu kadar söyleyeyim; din-i mübinin orada,
Ruh-u feyyazı yayılmış yalnız şekli: Buda.
Siz gidin saffet-i İslam'ı Japonlarda görün.
O küçük boylu, büyük milletin efradı bugün.
Müslümanlıktaki erkan-ı sıyanette ferid.
Müslüman denmek için eksiği ancak tevhid."
"Müslümanlık sanırım parlayacaktır orada
Sâde, Osmanlıların gayreti lazım arada."

Bediüzzaman da "Divan-ı Harbi Örfi" adlı eserinde Japonlar hakkında şöyle der;
"Kesb-i medeniyette (medeniyet elde etmekte) Japonlara iktida (uymak) bize lâzımdır ki, onlar Avrupa'dan mehasin-i medeniyeti (medeniyetin güzelliklerini) almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası (varlığının temeli) olan âdât-ı milliyelerini (milli adetlerini) muhafaza ettiler."
Her ne kadar Batı kültürünün girmesi ile biraz dejenere olmuş olsa da Japon halkı o güzel hasletleri hala devam ettiriyorlar.
İlk hızlı tirenin 1960 yılında kurulduğunu, dakika rötar yapmadan işlediğini görünce ‘ana yurdu demirağlarla ördük dört baştan' sözünü ve demiryollarımızın bu günkü halini düşündüm. Petrol dâhil, hiçbir madeni olmayan bu ülkenin geldiği noktaya imrenerek baktım.
1870 yılında Ziya Paşa yazmış olduğu gazelinde;
‘Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm' demişti.
2008 yılı itibarı ile Japonya'da gördüğüm kâşaneler ve Japon ahlakı; bununla birlikte âlemi İslam'ın hali hazırdaki perişaniyeti ve geri kalmışlığı ve bir Japon'un ‘bir Arap inşallah demişse bilin ki o iş olmaz' demesi karşısında ezildim ama bir taraftan da Japonya'da ki hizmet erlerini görmek içimi aydınlattı.
Kaldığım süre içerisinde Osaka, Okayama, Hiroşima ve Tokyo şehirlerini gezdim. Beni en çok heyecanlandıran Abdülhamit Hanın gelecek nesillere havale ettiği misyonu sırtlanan o Altın nesli oralarda görmem oldu.
Türkiye'den gitmiş pırıl pırıl gençler gördüm. Hizmet düşüncesi ile 15 yıldan beri orada olan aynı zamanda mastır ve doktora yapan arkadaşları tanıdım. Mükemmel Japoncaları ile eşleri ile birlikte omuz omuza ülkemizi ve kültürümüzü oralara taşıyan hizmet erleri ile gurur duydum.
Bu hizmet erlerinden bir demet ile Abdürreşit İbrahim'in kabrinin başında dualar ederken Sultan Abdülhamit Han'ın ızdırabının bir nebze dindiğini, öbür âlemden her ikisinin de günümüzün bu kahramanlarının alınlarından öptüğünü düşündüm.
Sultan Hamid, İslam'ı hakkı ile temsil edebilecek yetişmiş insan bulamayınca bu gibi işlerin muayyen başlama devri ve zamanı var demişti.
İşte o devir ve vakit geldi.
Bu gün, bu vasiyeti yerine getiren hizmet erlerinden, o isimsiz kahramanlardan ve sebep olanlardan Allah razı olsun.

Erkam Tufan Aytav
25 Haziran 2008








------------------------------------------------------------------------


RUSYA PETERSBURG 13.11.2007
Putin Başkan Zenit Şampiyon

"Medeniyetler arası diyalog ve Ortadoğu'nun geleceği" konulu forum için Saint Petersburg'tayız. Forum sonrası kültürel

program çerçevesinde şehri geziyoruz. Günlerden Pazar. Şehirde bir heyecan hali var. Petersburgluların kulakları Moskova'da. "Zenit" ile "Spartak Moskova" arasındaki maçta. Derken maç bitiyor, Fatih Tekkenin de oynadığı Petersburg takımı Zenit 1-0 yeniyor ve 23 yıl aradan sonra şampiyon oluyor. Nevskiy caddesi birden ana baba gününe dönüyor. Akşam saatlerinde Zenit şehre giriş yapıyor. Polis ve taraftar korteji ile takımın otobüsü caddede ağır ağır ilerliyor. Bizler de Petersburglular gibi şampiyonu alkışlıyoruz.
Zenit ile Spartak maçının heyecanı herhangi bir futbol karşılaşması heyecanından öte bir şey. Bu heyecan bizlere 300 yıldan beri var olan Petersburg ile Moskova arasındaki çekişmeyi ve rekabeti çok iyi anlatıyor.
Putin bildiğiniz gibi daha önce Petersburg şehrinin vali yardımcılığını yapmış bir Petersburglu. Devlet başkanı olması ile birlikte hemşehrilerini bütün devlet kadrolarına yerleştirdiği bilinen bir gerçek. Putin, uluslararası toplantılarını çoğunlukla bu şehirde yapıyor. İki şehir arası rekabette son raunt Petersburg'un yani. Hele birde arkasından şampiyonluk gelince galibiyet taçlanmış oldu.

Putin başkan zenit şampiyon
Şehri 1703 yılında bizim deli dediğimiz, Rusların büyük dediği Petro kurmuş. Biz de deli ifadesini akıl hastası anlamında değil de çılgın anlamında kullanmışız. Evet, Petro tam bir çılgın imiş. Gençliğinde Avrupa'nın tersanelerinde çalışmış, gemi yapmayı öğrenmiş, bir çarın yapmayacağı şeyler yapmış.
Başlangıçta Karadeniz'e inmek istemiş, ama başaramamış. Kuzeye yönelmiş. İsveç'in elinden başlangıçta bataklık olan bu toprakları almış.
Şehrin Kan, gözyaşı ve kemikler üzerine kurulduğu söylenir. Ucuz iş gücü olarak toprak kölelerini, İsveç esirlerini çalıştırmış.
Avrupa hayranı olan Petro Petersburg'un Avrupa'nın en güzel şehri olmasını istemiş ve bunu başarmış. Petro'nun Almanya özelinde Avrupa hayranlığı dillere destan. Bu açıdan Petersburg bir Rus şehrinden ziyade Alman şehri gibi.
Şehrin adını bile Almanca bir kelime olan Saint Petersburg koymuş. Almancada Aziz Petro'nun şehri anlamına geliyor. Aziz Petro aklımızı karıştırmasın. Bu Petro havari Aziz Petrus. Yani şehrin adı Büyük Petro'dan gelmiyor.
Başlangıçta Saint Petersburg olan şehrin ismi 1914 yılında Rusçada gene aynı anlama gelen Petrograd adını almış. Daha sonra Leningrad olmuş ve nihayet Saint Petersburg ismine geri dönülmüş.
Şehir adeta açık hava müzesi… Sanat ve kültür başkenti… 100 civarında müzeye sahip.
Neva nehri şehrin içinden geçiyor, kolları 42 ada oluşturmuş. 400 civarında köprü var. Bunlardan 21'i açılabilen köprü.
Neva, Kasım ayından itibaren donarmış. Ancak küresel ısınma Petersburg'u da etkilemiş, biz orada iken nehir hâlâ donmamıştı. Donunca yürüyerek karşıya geçilebiliyormuş.
1955'te kurulmuş olan metro hakikaten görülmeye değer. Toprak altında müze olarak yapılmış, durakları heykeller, işlemeler, sanat eserleri süslüyor.
5 milyon nüfusa sahip şehir, Kuzey Kutbu'na yakın en büyük şehir unvanına da sahip. Bu sebeple en uzun geceler ve en uzun gündüzlerin yaşanlığı şehirlerden. Beyaz geceleri ile meşhur. Beyaz geceler döneminde saat 23.30 da güneş batıyor hava parlament mavisi rengini alıyor. 03.00'lerde tekrar doğuyor. Tabii bütün şehir ayakta.
Şehrin dillere destan güzelliğinin yanında hiç mi olumsuz tarafı yok. Elbette var. 2 milyon aracı olan şehirde trafik berbat. İstanbul'u aratmıyor. İlkbahar ve sonbaharda deniz tarafından esen kuvvetli rüzgârlar yüzünden şehir sürekli su baskınlarına uğruyor. Bu güne kadar 300 yılda 300 kere su baskını olmuş.
İshakiyevsky kilisesi ve meydanı görülmeye değer mekânlardan biri. 1818–1858 yıllarında yapılan bu kilise Rusya'nın en büyük kilisesi. Çar ve ailesi bu kilisede ibadet edermiş, yani bizdeki Ulucamiye tekabül ediyor. 1932 de kapanıyor. 1991 de tekrar açılıyor. Şu an devlet müzesi statüsünde ancak bir köşede günlük ibadetler yapılabiliyor.
Bizim Demreli Noel Baba yani Aziz Nikolas Ortodokslukta çok önemli bir yer tutuyor. Denizcilerin koruyucusu kabul ediliyor. Bu sebeple kiliselerin dış cepheleri açık maviye boyanmış.
Şehirde bir de güzel bir cami mevcut. Tatar cami… Özbek mimarisi ve mavi kubbesi ile göz dolduruyor. Camide bir Türk'e rast geldik. Sorduk, camide imamlık yapıyormuş. Bizim Diyanet İşleri Başkanlığı tayin etmiş.
Slav Hemşehrim
Zenit takımının otobüsle Nevsky caddesinden geçişini izlerken Lenin'in ‘devrimin yolları Nevsky caddesi gibi düz değildir' sözü aklıma geliyor ve zaman tüneline giriyorum. Lenin kalabalıklara bu mekânda ‘yoldaşlar dün erkendi yarın çok geç, bu gün' diyor ve kalabalıklar çarın sarayına yürüyor. Bir dönem kapanıyor ve yeni bir dönem açılıyor.
Bu düşünceler içerisinde iken beni zaman tünelinden bir Slav genci çıkarıyor. Bizim Türk olduğumuzu anlayan bu genç yanımıza geliyor ve bizimle Türkçe konuşmaya başlıyor.
Türkçe konuşması ve davranışlarındaki terbiye bizleri şaşırtıyor.
Ukrayna'da Türk lisesini bitirmiş olan bu Slav genç Petersburg'a üniversite okumaya geldiğini söylüyor.
Her davranışı ile sanki bizden biri, gurbette bir hemşehrimizi görmüş gibi oluyoruz.
İlk kez görüşmemize ve daha önce hiç tanışmamamıza rağmen tarifi imkânsız sıcak duygular içerisinde birbirimize sarılıyoruz.
Biz ‘hasret' giderirken diğer tarafta Nevsky caddesinde, Şampiyon Zenit çığlıkları yükselmeye devam ediyor.

Erkam Tufan Aytav






--------------------------------------------------------------------------

KENYA 18.12.2007
Sevgi okulları adı çok yakışıyor!

Kenya'nın başkenti Nairobi'deyiz. Büyük bir spor salonunun tribünlerinde şaşkın şaşkın etrafımızı seyrediyoruz.
İçerisi tıklım tıklım dolu. Çok şık giyinmiş anneler, babalar çocuklarının mezuniyet törenlerine gelmişler. Salonda Türkiye'den gelen Halit Refiğ, Prof. Dr. Gülper Refiğ, Prof. Dr. Hakan Kırımlı, Akif Emre, Mehmet Emin Kazcı, Türk öğretmenler ve benden başka beyaz yok.
Öğrenciler mezuniyet törenleri için hazırlamış oldukları programı bizlere sunuyorlar. Güzel Türkçe ve İngilizceleri ile şarkılar söylüyorlar. Hayranlık içerisinde dinliyoruz.
Derken bir Türk öğretmen sahneye çıkıyor. Anlamadığımız bir dilde şarkı söylemeye başlıyor. Biz anlamıyoruz ama salondakilerin çok iyi anladıkları her hallerinden belli.
Svahilce söylenen bu şarkı ile âdeta salon yıkılıyor. Yerlilerin dili olan sahil dili anlamına gelen bu dilde beyaz adam şarkı söylüyor. Beyaz adamı bağırlarına basıyorlar. Anlaşılan Türk öğretmenler Svahilceyi öğrenmişler.
O an bir gün önce okulu ziyaretimiz esnasında öğretmen arkadaşa sorduğumuz soru ve aldığımız cevap hatırıma geliyor.
"Nasıl oldu da kendinizi kabul ettirdiniz? Nasıl oldu da gönüllere bu kadar girebildiniz?"
Öğretmen arkadaş şöyle cevap veriyor;
"Buraya geldiğimizde maça 5-0 yenik başlamıştık."
Ne demek o diye soruyoruz,
"Burada beyaz olmak iyi bir şey değil. Tanrı zenci, şeytan beyazdır anlayışı yaygın. Beyazlardan çok eziyet görmüşler. Biz de beyaz olunca deplasmanda maça 5-0 yenik başlamış olduk" diyor gülerek ve devam ediyor, "ama geldiğimiz nokta itibarı ile şu an bizi baş tacı ediyorlar. Bizi öteki beyazlardan ayrı tutuyorlar. Beyaz adam hiç sevgi göstermemiş, sadece sömürmüş. Sevgi ve şefkat ile yaklaşınca çözülmeyecek hiçbir problem yok" diyor.
Salonda mezuniyet töreni olanca coşkusuyla devam ediyor. Öğrenciler diplomalarını alıyorlar anneler babalar ayakta gözyaşları ile çocuklarını izliyorlar. Öğrenciler ile öğretmenler sarmaş dolaş.
O sırada sanki aklımdan geçenleri duymuş gibi yanımda oturan Prof. Dr. Hakan Kırımlı kulağıma eğiliyor ve diyor ki;
"Bu okullar dünyanın her yerinde neden başarılı oluyorlar biliyor musun? Bu okullarda siz insanları mankurtlaştırmadan, kendi kimliklerine saygı göstererek, başkalaştırmadan, kendi kültürlerinden koparmadan, sevgi ile kucaklıyorsunuz. Böylelikle insanlar kalp ve gönül kapılarını sonuna kadar sizlere açıyorlar."
O sırada bir Kutlunun yıllar önce yazmış olduğu satırlar aklıma geliyor. "Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar kadar olsun. İnançla geril ve insana sevgi duy. Kalmasın el uzatmadığın ve alaka duymadığın bir mahzun gönül…"
Eskiden Nairobi'yi terörist başı Öcalan'ın paketlenip Türkiye'ye teslim edildiği şehir olarak hatırlardık. Artık sevgi okulları ile hatırlayacağız.
Dünyanın dört bir köşesinde açılmış olan sevgi okullarına bu isim çok yakışıyor.
Evet, Sevgi Okulları…

Erkam Tufan Aytav





--------------------------------------------------------------------------
Tanzanya 03.11.2007

"İşte ben bu hareketi şimdi anladım"

Küçük ve orta ölçekli işadamları ve genç eğitimci kadrosu gibi amatör sebeplerle profesyonel neticeler elde etmek için denkleme büyük bir gücü ilave etmeniz gerekir. Allah'a ve inayetine inancınız yoksa, bu büyük gücü yeryüzündeki birtakım güç odaklarında aramak zorunda kalırsınız.

Bir gün arabamın tamiri için sanayiye gitmiştim.
Arabam tamir edilirken servis sahibi ile bir taraftan sohbet ediyor, bir taraftan da çayımızı içiyorduk.
Gözüme bir köşede masaya ilişmiş, harıl harıl elindeki kâğıda bir şeyler yazan bir şahıs ilişti. Daha önceden tanıdığım bu şahıs Ümraniye'de orta ölçekli bir konfeksiyon dükkanını işleten bir esnaftı.
"Hayrola başını kaldırmadan neler karalıyorsun?" diye sorarak yanına yaklaştım. Elindeki kağıtta Sibirya Tuva'da eğitim yapan bir okulun öğrenci listesi vardı. Her ismin yanında pantolon, gömlek, etek, kravat yazmış ve bazı isimlerin karşılarına da çarpı işareti koymuştu.
Meğerse Ümraniye'deki konfeksiyoncuları tek tek gezerek Sibirya Tuva'daki Türk Okulunda okuyan çocukların üniformalarını tedarik etmeye çalışıyormuş.

Buna benzer milyonlarca örnekten bir tanesi de Prof. Thomas Michel anlatmıştı. Güneydoğu'daki bir demircinin kazandıklarından Afrika'da bir okula gönderdiğini öğrenince demircinin yaptığı bu fedakârlıktan çok etkilendiğini söylemişti.
Bu fedakâr insanlara "hiç Sibirya'ya, Afrika'ya gittin mi? O talebeleri gördün mü?" diye sorsanız, kesinlikle "hayır" cevabı alırsınız.
Bu ülke insanı sırf inandığı için dişinden tırnağından arttırıp dünya insanının yardımına koşmakta.

Bu mesele, bu topraklara yabancı bir insana kolay izah edilebilir durum değildir; bu nasıl bir motivasyondur, nasıl bir adanmışlıktır?
Bir gün bir grup akademisyen ve yazarla Tanzanya'ya gitmiştik. Tanzanya'da fedakâr öğretmen ve işadamlarının yaptıklarını yerinde görme fırsatı elde edecektik.

Heyeti en çok etkileyen neydi biliyor musunuz? Okulun bahçesindeki kabir. Üstü güllerle donatılmıştı. Heyettekiler gibi ben de şaşırmıştım. Bir kabrin okulun bahçesinde ne işi olabilirdi? Peki bu kabir kime aitti?
Okulun müdürünün "burada yatan, sponsorlarımızdan biriydi" cevabı her şeyi açıklıyordu. 15 gün önce burada bu ağacın altında birlikte oturmuşlar, sanki öleceğini bilmiş gibi "buralarda ölürsem, beni okulun bahçesine; bu ağacın altına gömün" demiş, Erkan Çağıl.

Evli ve iki çocuk babası bu hizmet gönüllüsü, buraya, Tanzanya'ya Türkiye'deki işini bozmuş da gelmiş. Araba tamir işi yapıyor, kazandıkları ile de okula sahip çıkıyormuş. Okulun bir ihtiyacı için bir yere giderken trafik kazası geçirmiş. Hastaneye kaldırmışlar. Ancak komadan çıkamamış. Son anlarında bile hep okulu soruyormuş.

Kabrin başında bütün bunları müdür bey bizlere anlatırken heyetten birisi kulağıma eğilip "işte ben bu hareketi şimdi anladım" demişti.
Geçenlerde Fethullah Gülen, yaptığı bir açıklamada "Allah'ın inayetine inanmayan ve milletin himmetini bilmeyen kimseler, bundan sonra da "Değirmenin suyu nereden?" deyip duracaklar. İstiklal Mücadelesi'ndeki fedakârlıkları anlayamayanların bu hareketin gönüllülerini anlamaları da mümkün değildir!" diyerek bu konuya parmak basmıştı.
Her şeyden önce Allahın inayeti tabiî ki. Sırf yapılan fedakârlıklarla da konunun izahı aslında çok mümkün değil.

Ortada büyük bir başarı söz konusu. Sebep sonuç ilişkisi içerisinde yapılanlara bakarsanız büyük bir orantısızlık görürsünüz ve "bu sebepler bu sonuçları doğurmaz" dersiniz.

Küçük ve orta ölçekli işadamları ve genç eğitimci kadrosu gibi amatör sebeplerle profesyonel neticeler elde etmek için denkleme büyük bir gücü ilave etmeniz gerekir. Allah'a ve inayetine inancınız yoksa, bu büyük gücü yeryüzündeki birtakım güç odaklarında aramak zorunda kalırsınız.
Evet, anlamak için öncelikle Allahın inayetine ve sonra da bu milletin neler yapabileceğine inanmak gereklidir.

Yoksa yapılanları bir takım güçlere havale ederek izaha çalışmak Allah'a ve bu millete yapılmış çok büyük bir saygısızlık olacaktır.

Erkam Tufan Aytav


-------------------------------------------------------------------------

RODOS 17 10 2007

Rodos'ta Bayram Sabahı

Güller adası anlamına gelen Rodos’a gitmek elbette her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı için heyecan vericidir. 389 sene gibi uzun bir süre Osmanlı hâkimiyetinde kalmış stratejik bir ada olan Rodos’u ziyaret elbette bende de heyecan uyandırdı. Üstelik bu üçüncü gidişim olmasına rağmen.

Ancak benim baba tarafından Rodoslu olmak gibi, adayı ziyaret eden diğer Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından bir farkım daha vardı. Rodosluların ifadesi ile 1522’de ‘Kanuni Sultan Süleyman Efendimiz’ tarafından fethedilmesi ile adaya göçmüş bir ailenin çocuğu olmak, adada hem Osmanlı geçmişimizin hem de aile geçmişimizin izlerini sürmek tahmin edeceğiniz gibi Rodos’a her gittiğimde beni ziyadesi ile heyecanlandırmıştır.

Rodos’ta Osmanlı döneminden kalma çok sayıda eser mevcut. Bugün ayakta kalmış yedi camisi var. Fakat bunlardan sadece bir tanesi ibadete açık; İbrahim Paşa camii. Diğerleri yıllardır restorasyon geçiriyor. AB fonlarıyla restorasyonu tamamlanan camiler ise müze olarak kullanıma açılıyor.

Murat Dede

Murad Paşa Külliyesi açık imaretlerden bir tanesi. Çam ağaçlarıyla kaplı külliyede cami, türbe ve Osmanlı mezarları var. Osmanlı donanması ne zaman Akdeniz’e açılsa Murat Paşa’nın kabrini topla selamlayıp gidermiş. Murat Paşa’yı ziyaretimiz esnasında ziyaretçi defterini inceleme fırsatı buldum. Rumca yazılmış yazılar dikkatimi çekti. Bir Yunanlı genç ‘Sevgili Murat Dede diye yazısına başlamış ve dileklerini sıralamış. Anlaşılan Murat Paşa sadece Türk cemaatinin değil, Yunanlıların da saygı gösterdiği bir şahsiyet. Osmanlı mezarları içerisinde adada sürgün yaşamış Kırım Hanlarının mezarlarına da rastlamak mümkün.

Elbette adadaki Osmanlı eserleri ortak hafızamız ve tarihi kimliğimiz adına çok şeyler ifade ediyor. O eserlerin korunması ve yaşatılması hayati öneme sahip. Ancak en az onun kadar önemlisi, adada yaşayan Osmanlı bakiyesi soydaşlarımızın kültürel ve manevi iç dünyaları.

Adada bir rivayete göre 2000, bir rivayete göre de 3500 soydaşımız yaşıyor. Bizi adada gezdiren müzisyen Osman Osmancıkzade’ye 1500 kişilik farkı sorduğumda acı bir tebessümle “olsa olsa bu fark Türkçeyi unutmuş, dil unutulunca da Türklük adına bir şeyleri kalmamış bir kitlenin varlığını ifade eder” dedi.

Rodos’ta bayram eğlencesi

Soydaşlarımız bir araya gelip Rodos Müslümanları Dayanışma Derneği’ni kurmuşlar. Güzel bir teşebbüs. Dernek bayram eğlencesi düzenlemişti. Davet ettiler gittik. Büyükçe bir düğün salonu tutulmuş, soydaşlar eşleri ile birlikte gayet şık elbiseler içinde eğlenceye gelmişler. Geceye Yunan bir bakanın ve Belediye üst düzey yetkililerinin gelmesi güzel bir manzara idi. Çocuklar folklar gösterisi ile geceye renk kattılar.

Yemekler yenildi, eğlenildi. Ancak bir şey dikkatimi çekti. Gecede çalınan şarkıların büyük bir kısmı Rumcaydı. Çok az Türkçe şarkı çalındı. Nedenini sorduğumda dernek yetkililerinin tercihi olduğunu söylediler. Derneğin başkanı da zaten Türkçe bilmiyormuş. Buyurun cenaze namazına.

Adada Yunanlıların kültürel anlamda bir baskılarının söz konusu olmadığını soydaşlarımız ifade ettiler. Ancak ciddi bir dejenerasyon söz konusu olduğu muhakkak. Bunun en büyük sebeplerinden birinin de Türk okulunun ve kültür merkezinin olmaması.

Soydaşlarımızın kültürel ve manevi dünyalarının ihyası ve idamesi için AB fonları ve Yunan hükümetinin desteklerini beklemek herhalde anlamsız olacaktır. Bu konuda Türk devletinin yapacağı çok şeyler olmalı.

Medeniyetler arası diyalog toplantısı için gittiğim Rodos’ta en güzel dakikalarımı tek açık cami olan İbrahim Paşa camiinde kıldığım bayram namazında ve akabinde bayramlaşmada yaşadım.

Ben bayram namazı için Rodos’un dar sokaklarında hızlıca ilerlerken kadın erkek, çoluk çocuk soydaşlar camiye koşuyorlardı. Herkes bayramlıklarını giymiş ve büyük bir heyecan içerisinde idi.

Cami tıklım tıklımdı. Müftü efendi vaaz ediyor, camilerin kimliğimizdeki yerini, hele hele ana yurttan uzaklarda ne anlama geldiğini anlatıyordu.

Asırlarca Türk cemaatinin bir arada kalması için tutkal görevi görmüş bu camii. Hanımlar caminin balkonunda vaazı huşu içinde dinliyorlar ve namaz esnasında dua ediyorlardı. Hep beraber tekbirler getirildi.

Bayram namazında cemaatin içerisinde ünlü simalar da vardı. Hemen arkamda Aydın Doğan, Ertuğrul Özkök, Mehmet Y. Yılmaz, Ahmet Hakan Coşkun ve Fehmi Koru omuz omuza birlikte saf tutmuşlardı. Hep beraber namaz kıldık. Görülmeye değerdi.

Haftalar öncesinden Hürriyet yazarı Mehmet Y. Yılmaz, Aydın Doğan ve Ertuğrul Özkök ile önümüzdeki bayram namazını Rodos’ta kılacaklarını yazmıştı. Bu yazı üzerine de Taha Kıvanç mahlaslı Fehmi Koru Rodos şövalyeleri başlıklı eleştirel bir makale kaleme almıştı.

Aydın Doğan yazarlarını camiye ve namaza götüren patron olarak tarihe de geçmiş oldu.

Aydın Doğan, "Yunanlılar yortularında İstanbul'a gelip Fener'deki âyine katılıyorlar da, biz neden burada ecdat camilerinde bayram namazı kılmıyoruz?" diye Ertuğrul Özkök’e ve Mehmet Y. Yılmaz’a sormuş... Fikir bu şekilde ortaya çıkmış. Rodos’ta bayram namazı kılmak ve oradaki duyguları paylaşmak istemişler. Böylelikle Aydın Doğan yazarlarını camiye ve namaza götüren patron olarak tarihe de geçmiş oldu.

Aydın beyin özel uçağı ile Rodos’a gelmişler.

Camiden çıkıldı ve asırların geleneği üzere 200 metre ileride Ahmet Aga Kütüphanesi’ne hep beraber yürüyerek bayramlaşmaya gidildi. Aydın bey bu yürüyüş esnasında büyük bir keyif ile çocukluk hatıralarından bahsetti. Amcalarının kendisine el öpünce nasıl “demir para” verdiklerini anlattı. Anlatırken adeta çocukluğunu tekrar yaşadı. 71 yaşında olduğunu ve artık yaşlandığını ifade etti. Bu yürüyüş esnasında ilaçlarını yanına almadığı için Aydın beyin zorlandığını gözlemledim.

Kütüphanede toplu bayramlaşma oldu, herkes birbirine sarıldı, eller öpüldü. İkramlar yapıldı. O sırada Sedat Ergin’in arkadan kütüphaneye geldiğini gördüm. Fehmi Koru hemen takıldı “camide yoktunuz uyanamadınız galiba” diye. Sedat bey de uyanamadığını ancak bayramlaşmaya yetişebildiğini ifade etti.

Bu sefer Özkök müftünün yanında duran Ahmet Hakan’a da takıldı. “Bakıyorum hiç hocaların yanından ayrılmıyorsun” deyince Ahmet Hakan da “bugüne kadar benim bütün dostların hep hocalardan oldu” diye espriyi patlattı.

Bayramlaşma sonrası kütüphaneden ayrıldık. Aydın Doğan ve ekibi otellerine geçtiler. Biz de Medeniyetler arası diyalog toplantısına kaldığımız yerden devam etmek için yola koyulduk.

Gezi sonrasında Rodos’ta kılmış olduğu bayram namazını değerlendiren Ertuğrul Özkök samimi bir ifade ile köşesinde şöyle yazmıştı;
“HAFIZAMI yokluyorum. Son defa bir bayram namazını ne zaman kılmıştım? Belki de şöyle sormak daha doğru olur: “Cenaze namazları dışında, son defa ne zaman namaz kılmıştım?” Şimdi tam hatırlayamıyorum. Ya orta iki, ya da orta son sınıfta olmalı.

Demek ki, 40 yıldan fazla olmuş.
Kırk küsur yıldan sonra bugün ilk defa bir bayram namazını kılmış olacağım.”

İnsan düşünmeden edemiyor. Medeniyetler arası diyaloğun, öteki medeniyetler ile ilişkiye geçmenin, anlamaya çalışmanın gündemde olduğu bir dünyada aydınlarımızın kendi medeniyetleri ile de diyalog kurmaya başlaması, “Dedelerimizin gençliğinde namaz kıldığı camilerde bir bayram namazı kılmanın bana ne tür duygular yaşatacağını merak ediyorum” diyerek cami ile cemaat ile kaynaşması ne kadar güzel.

Ne kadar özlemişiz…

Erkam Tufan Aytav



------------------------------------------------------------------------



ÖZBEKİSTAN 04 10 2007

"yüz işitgenge bir görgen yahşi"

Özbeklerin meşhur bir atasözü var; "yüz işitgenge bir görgen yahşi" diye. Ne kadar anlatılırsa anlatılsın gidip görmek çok başka. Özbekistan'da bulunduğum süre içerisinde görmüş olduğum büyük medeniyet karşısında adeta büyülendim.


Taşkent, ISESCO tarafından 2007 yılı için İslam Medeniyeti Başkenti olarak ilan edildi. Bu vesile ile Özbekistan'a tekrar gitme, o rüya âlemine yeniden dalma imkânı buldum.
Özbeklerin meşhur bir atasözü var; "yüz işitgenge bir görgen yahşi" diye. Ne kadar anlatılırsa anlatılsın gidip görmek çok başka.
Özbekistan'da bulunduğum süre içerisinde görmüş olduğum büyük medeniyet karşısında adeta büyülendim.

Bildiğimiz ne kadar İslam âlimi var ise, Maveraünnehir'den çıkmış neredeyse. Tirmizi, Buhari, Mahmud Zemahşeri, Serahisi, Ebu Reyhan Biruni, El-Razi, Nakşibendi, Ebu Mansur El-Maturidi gibi her biri alanında birer dev olan şahsiyetlerin bu topraklarda yetişmiş olması, bu topraklara sahip olan Özbekistan adına büyük gurur kaynağı.

Maveraünnehir adeta bir sufi okulu olduğu gibi devrinin entelektüel ve bilimsel merkezi olmuş.

Maveraünnehir'in çocukları bu Rönesans'ı nasıl gerçekleştirmişti acaba? Bu bir rastlantı olmasa gerek diye düşünüyor insan. Bu soruya cevap bulabilmek için öncelikle entelektüel ve siyasi zemine bakmak lazım. Coğrafi, kültürel yapı da çok önemli tabii .

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Maveraünnehir olarak ifade edilen bu coğrafyada İslam'ın geldiği yerin, okuma yazma oranı Arap yarımadasındaki gibi düşük değildi. Belli bir entelektüel seviye vardı. Kervanların geçiş noktasında olmasının bu seviyenin yakalanmasında önemli bir katkısı olmuştu. Kervanlar sadece ticari emtia değil, kültür ve bilgi de taşıyorlardı. Bununla birlikte tarihin en kadim medeniyeti olan Çin'e sınır olması da büyük avantajdı. Özellikle Emir Timur ve hanedanlığı dönemi bu medeniyet sıçraması için çok iyi bir siyasi zemin hazırlamıştı. Âlimlere büyük değer veriliyordu. Dört bir taraftan gelen âlimler Semerkand'ta toplanıyor ve yönetim bunun için hiçbir masraftan kaçınmıyordu. Fikir hürriyeti vardı. Bu ortam Emevi ve Abbasi baskısından bunalan âlimlere de sığınacak kapı demekti.

Taşkent ve Semerkand'ta işte bu medeniyet üzerine tebliğlerin sunulduğu 31 ülkeden aydının katıldığı büyük bir sempozyum gerçekleştirildi. Özbek dostlarımızı kutlamak lazım her açıdan, inceden inceye düşünülmüş güzel bir program hazırlamışlar.

Sempozyumun açılışı Taşkent'te kapanış oturumu da Semerkand'ta oldu. Kapanış oturumu için mükemmel bir yer seçmişler: Ulugbeg Medresesi. Bu medrese Registan meydanı olarak ifade edilen üç medreseden biri.
Semerkand'ta adeta zaman tüneline giriyorsunuz

Bu yıl, Semerkand'ın 2750. yılı. Muhteşem bir şehir. 15. asırdan kalma Ulugbeg rasathanesi hala ayakta.

Özbeklerin Şah-ı Zinde olarak ifade ettikleri Peygamber efendimizin yakınlarından Hüsam bin Abbas'ın kabri Semerkand'ın adeta manevi direği. Mutlak uğrak ve dua noktası.

Hoca Ahrar Veli'yi de unutmamak lazım. Onun kabri de bu şehirde. ‘Kalp zikirde, eli işte' onun sözü. Burada gerçekleştirilmiş olan İslam Rönesans'ında bu yaklaşımın rolü de büyük olsa gerek.

Semerkand'ta adeta zaman tüneline giriyorsunuz. Adım başı medrese, sanki yürürken köşe başından Ömer Hayyam çıkacak, arkanızı döndüğünüzde İmam Buhari ile karşılaşacaksınız gibi.

İmam Buhari deyince söylemeden edemeyeceğim. Kabri Semerkand'a 10 km uzaklıkta bir kasabada. Aslen Buharalı ama kabri burada. Kasaba adeta imam Buhari ile bütünleşmiş. Girişten itibaren sizi yolun sağı ve solunda çiçekler karışılıyor. Ve karşınızda Buhari'nin muhteşem kabri. Sayın İslam Kerimov'un talimatı ile elden geçirilmiş, Kur'an'dan sonra en temel eserlerden birinin yazarı olarak Buhari'ye yakışır bir mekân yapılmış.
Trajikomik hikâye: Su buharını keşfeden adam
Hazretin kabrini ziyarete giderken beni muzipçe bir gülme aldı. Ali Bulaç'ın yıllar önce bana anlattığı Buhari ile alakalı trajikomik bir hatırası hatırıma gelmişti. Sizlerle paylaşmak isterim.
Yıllar önce Ali Bulaç ve Türkiye'nin önde gelen köşe yazarları, aydınları Özbekistan'a gitmişler. Tabii Taşkent'i gezdikten sonra Semerkand'a da uğramışlar. Ali Bulaç demiş ki, heyetteki köşe yazarlarımıza "buraya kadar geldik, İmam Buhari'yi de ziyaret etmeden gitmek olmaz. Mutlaka gitmemiz lazım."
Bu söz üzerine aydınlarımız, ‘ya ne imamı bu sıcakta, gidemeyiz, boş ver, bizi imamla falan uğraştırma' demiş, gitmek istememişler.
Ali Bulaç ne yaptı ise ikna edememiş. O an Ali beyin aklına cin bir fikir gelmiş. Demiş ki, "beyler bu İmam Buhari sizin bildiğiniz imamlardan değil. Bu aynı zamanda döneminin büyük bir ilim adamı idi. Batı Sanayi devriminin altında bu imamın imzası var.' Bu söz karşısında heyettekiler şaşırmışlar. Ali bey söze devam etmiş. ‘İmam Buhari adından da anlaşılacağı gibi su buharını keşfeden adam! O olmasa idi sanayi devrimi olmazdı. Heyettekiler bunu yutmuşlar ve hep birlikte İmam Buhari'yi ziyarete gitmişler. Tabii varınca işin aslını anlamışlar ama artık çok geç.
Ali Bulaç bu hatırasını yıllar sonra bana acı acı gülüp anlatırken bu heyette bulunan aydınlarımız kimlerdi diye ben sormadım, o da söylemedi zaten. Siz de merak etmeyin bence.
Nasreddin Efendi
Avrasya'nın her ülkesinde Nasreddin Hoca'ya rastlamak mümkün olduğu gibi Özbekistan'da da hocaya rastladım. Özbekler Nasreddin Efendi diyorlar ve onun Buharalı olduğunu iddia ediyorlar. Fıkralarına kadar aynı Nasreddin Hoca ile karşılaşmak çok heyecan verici.
Buhara'da bir de heykelini yapmışlar. Heykelde hocamız gene eşeğinin üstünde. Ancak bir farkla, burada Nasreddin Hoca eşeğine düz binmiş. Bir Özbek dostum ‘neden Hoca Anadolu'da eşeğine ters binmiş?' dedi. Bu soru kafamı kurcaladı. Cevabını bu güzel topraklardan ayrılırken buldum.
Özbekistan'dan ayrılma vakti gelmişti. Nasreddin Hoca bu topraklardan ayrılırken her halde arkasına, Buhara'ya, Semerkand'a baka baka Anadolu topraklarına gitmişti. Bu yüzden eşeğine ters binmişti diye düşündüm.
Ben de aynı Nasreddin Hoca gibi uçağa binerken son bir kez daha bu güzel topraklara baktım. Kalbim Özbekistan'da kalmıştı.
Özbekistan öyle birkaç gün ile gezilebilecek bir ülke olmadığı gibi, bir makale ile de bitirilmesi mümkün değil.
Taşkent ve Semerkand rüya gibiydi. Uyanmak istemezdim.

Erkam Tufan Aytav




----------------------------------------------------------------------


KIRIM 22. Ekim. 2007
Karadeniz'in kuzeyinden bir ezan sesi duyarsanız!

İnsanın karşısına nerede ne çıkacağı belli olmuyor. Geçen hafta sizlerle Rodos hatıralarımı paylaşırken Rodos'ta Kırım'ın Giray hanlarından üç hanın kabrini gördüğümü yazmıştım. Sürgüne gelen bu hanlar son nefeslerini adada vermişler. Maalesef metruk bir halde Murat Reis'in türbesinin yanında mahzun bir şekilde yatıyorlar.
Türbelerinin başında Fatiha okurken anne tarafından Kırım Tatarı olmam ciheti ile cibilli bir yakınlık hissetmiştim. Rodos'taki mahzuniyetleri yüreğime dokunmuştu.
Şu talihe bakın ki bir hafta sonra yolum Kırım'a düştü. Bir toplantı vesilesi ile Prof. Dr. Nilüfer Narlı, Ömer Lutfi Mete, Hakan Albayrak, Salih Selçuk ile birlikte Kırım'a gittik.
Bahçesaray'daki Giray hanlarının sarayını gezerken gözümün önüne hanların kabirleri geldi. Kaderin sırlı ve dolambaçlı yolları Giray hanlarını Rodos'a kadar savurmuştu.
Kırım Hanlığı deyip geçmeyin, Prof. Dr. Mete Tuncay'ın ifadesi ile Osmanlı hanedanlığı eğer bir gün soy açısından sekteye uğrarsa, hanedanlık soyu Kırım hanlarından devam edecektir. Bu açıdan da Kırım hanlığı bizler için çok önemlidir.
Bu vesile ile size bir anekdot aktarayım. Prof. Dr. Mete Tuncay bir gün Prof. Dr. İlber Ortaylı'yı Topkapı Sarayı'nın başına geçmesi vesilesi ile hayırlı olsuna gider. İlber Hocanın Kırım Tatarı olmasından sebep der ki "Kaderin şu cilvesine bak ki hüküm yerine geldi ve Topkapı Sarayının başına senin gibi bir Tatar geçti"
Kırım'ın Osmanlılar ile ilk teması 1475 yılında Tatar büyüklerinden Eminek Bey'in (Mirza) Cenevizlilerin Kefe'den ve Kırım'dan atılmaları için, Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed'e mektup yazıp, Osmanlı donanmasının Kefe'nin alınması ve Kırım Hanlığı'na sahip çıkması ricası ile başlıyor. Fatih Sultan Mehmet de gereğini yapıyor ve Kırım Osmanlı Devleti'nin hükmü altına giriyor.
Tatar ihaneti ve Viyana meselesi
Tatar deyince hemen akla hain Tatar ve Viyana meselesi gelir. Bu konuya kısaca girmekte yarar var.

2.Viyana Kuşatması esnasında Kırım Hanına bağlı güçlerin yeterli gayreti göstermemeleri bozgun nedeni olarak belirtilerek Kırım kuvvetleri haksız bir şekilde karalanmak istenmişlerdir. Bu savaşta Kırım atlıları Avusturya'nın içlerine kadar baskınlar düzenlemişler ve ele geçirdikleri düşman askerleri sayesinde çok önemli istihbarat bilgileri elde ederek, tedbirler alınmasını sağlamışlardır. Viyana bozgunundan Kırım Hanını sorumlu tutmak için elde yeter derecede deliller yoktur. Özellikle Silahtar Mehmet Ağa'nın vesikaları incelendiğinde; Tatar Hanının, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa 'yı düşman karşısında uyarmasından, Paşa'ya yaptığı tekliflerden, bahsedilmekte ve bu tekliflerin Paşa tarafından dikkate alınmadığı ve üstelik Tatar'ları aşağılayıcı ifadeler kullandığından bahisle, Han ile Sadrazam'ın aralarının bozuk olduğu vurgulanmakta ve belki de bu nedenle bozgunun Kırım kuvvetlerine fatura edildiği sanılmaktadır.
Halen günümüzde de Türkiye'deki birçok yayın organında, değişik zamanlarda Viyana konusu gündeme getirilmesi Tatarların tepkisine neden olmaya devam etmektedir.
Kırım Hanlığının sonu
Kırım Hanlığının zaman içerisinde Osmanlıya paralel olarak güçsüzleşmesi sonucu, Ruslar 1736'da Kırım'a girerek Kırım Hanlığına son verirler. Kırım'ın kaybedilmesinin Osmanlı İmparatorluğu'nda tesirleri çok büyük oldu. Çünkü ilk defa Müslüman bir halkın yaşadığı yer kaybediliyordu. Böylelikle Kırım'dan göçler başlamış oluyordu.
1941 yılında Alman orduları Kırım'ı işgal etmiş. Daha sonra 8. Nisan.1944 yılında Kırım'ın bütün bölgeleri Sovyetlerin eline geçmiş ve Nazi işgali sırasında Almanlara yardım ettikleri iddiası ile 18 Mayıs 1944 yılında birçok Kırım Türkü Kırım'dan sürgün edilmişler. Binlerce Tatar Özbekistan'a göç ettirilmiş.
Ahdem Amca
İşte onlardan bir tanesi de Ahdem amca. Kırım'ı ziyaretimiz esnasında bizlere gözyaşları ile hatıralarını anlattı. Kırımdan nasıl sürüldüklerini, Özbekistan'da yaşadıkları zorlukları ve geriye dönüşlerini... O günlerde yaşanan, bir trajedi idi.
Hatırlayacaksınız 1989 yılında Türkiye ve Rusya milli takımları Kırım'ın başkenti Simperefolde (Akmescid) karşılaşma yapmışlardı. Soğuk savaş sonrası Türkiye kamuoyu Kırım'ı yeniden ‘keşfetmişti". Günlerce yazıldı çizildi. Maçı kimin kazandığını hatırlamıyorum ama maçtan Ahdem Amcanın hatırladığı bir anısı var. Ahdem Amca "Türkiye milli takımı geliyor" diye koşa koşa maça gitmiş. Tezahürat yapmış, Türk heyeti ile birlikte olmuş. Hasret gidermiş. Heyet Türkiye'ye döndüğü gece güvenlik güçleri evinden kendisini almış ve üç gün hapis yatırmışlar. "Sen maçta neden Türkleri destekledin" diye hesaba çekmişler. "Yanlış görmüşsünüz herhalde, ben Rusya'yı destekledim" diye kandırmaya çalışsa da ikna olmamışlar.
Bu zorunlu tehcir bana, bire bir benzer veya benzemez, Osmanlı dönemindeki Ermeni tehcirini hatırlattı. Ruslar ile işbirliği yaptıkları ve yapacakları gerekçesi ile binlerce Ermeni sürgüne yollanmıştı. Yollarda pek çoğu telef olmuştu. Batı bu olayı her defasında Türklerin yaptığı soykırım olarak önümüze sürerken her nedense konu Kırım olunca Kırım Tatarlarını süren Rus milleti değil Stalin olmakta.
Bu dönemler şükür ki geride kaldı…
Şimdi Ukrayna devleti içerisinde özerk bir cumhuriyet. Başbakanı, meclis başkanı ve milletvekilleri var.
Kırım Ukrayna ile aramızda dostluk köprüsü.
Belki şaşacaksınız 1 milyon 800 bin nüfuslu Kırım'da 112 millet yaşıyor. Artık geçmişte yaşanmış trajedileri günümüze taşıyıp kanatmanın hiç gereği yok. 112 milletin elbirliği ile mutlu bir geleceğin inşası için geleceğe bakmak lazım.
Türk iş adamlarının açmış olduğu okulları da gezme imkânı bulduk. İşte bu mutlu gelecek için çalışıyorlar. Okullarda pek çok milletten öğrenciler var. Okulu ziyaretimiz vesilesi ile bir de bizlere müsamere düzenlediler. Çocuklar Ukraynaca, Rusça, İngilizce, Türkçe şarkılar söylediler. Urfa yöresi oyun havası eşliğinde Ukraynalı, Ermeni, Rus ve Türk öğrenciler birlikte halay çektiler. 2006 yılı Türkçe dil olimpiyatlarında Şiir okuma dalında dünya birinciliği kazanan Elmira bizlere "Önden Giden Atlılar" adlı şiiri okudu. Hepimiz hayranlık ile dinledik.
Ahdem amca evinde ziyaretimiz esnasında gözyaşlarını silerek artık sıkıntıların geride kaldığını söylemişti.

Yıllardan beri her gün Karadeniz'in karşı kıyısına bakıp Türkiye'ye doğru ezan okuyormuş.
Bir gün Karadeniz'in kuzeyinden bir ezan sesi duyarsanız bilin ki o Ahdem Amcanın sesidir.

Erkam Tufan Aytav
22. Ekim. 07



---------------------------------------------------------------
ARNAVUTLUK 16 EKİM 1998 CUMA


BALKANLARDAKİ ‘EN TÜRKİYE’


Asırlarca beraber yaşamışız. Osmanlı Devlet-i Aliyesi nin yönetiminde Sadrazamlık’a kadar etkin görevler üstlenmişler, İstiklal Marşımızın yazarı dahi bir Arnavut. ‘Tarihsel’ bağlarımızın çok güçlü olduğu bir ülke Arnavutluk. İnsanlarıyla, caddeleriyle, evleriyle, yemekleri ile. Yani Balkanlardaki ‘en Türkiye’.

Bu ülkeyi geçenlerde bir grup gazeteci dostla ziyaret etme imkanı oldu. 38 in üzerinde siyasi partisi var. Siyasi çalkantılar bir türlü bitmek bilmiyor. İktidarda Sosyalist Parti, Ana muhalefette ise Demokrat Parti var. Aralarındaki husumet kan davası noktasında. Geçen ay Demokrat Parti ileri gelenlerinden Azzem Haydari vurulup halk ayaklanınca Başbakan koltuğunda oturan Fatos Nano Makedonya ya kaçmak zorunda kalmış. Ana muhalefetin başında Sali Berisha eski Cumhurbaşkanı. Siyasi kimliğinin dışında kalp cerrahi profesörü. Banker olayları yüzünden halkın ayaklanması ile koltuğundan olmuş. Kendisi ile görüşme imkanımız oldu. Bize söyledikleri özetle şöyle:

“Arnavutluk olarak çok zor bir dönemden geçiyoruz. Ulusal tarihimizi, geleneklerimizi korumayan, yasalara uymayan, komünizmi isteyen bir hükümetimiz var. Sıkıntılarımızın sebebi bu günkü hükümettir. Sağlıklı seçim imkansız. Hükümet siyasi kişileri öldürüyor, hapse atıyor, illa suç bulup cezalandırmaya çalışıyor. Leninist bir tavır takınıyorlar. 18 ay içinde hükümeti defaatle masaya oturmaya davet ettik, icabet etmediler. Arnavutlar bu yaşama katlanamazlar. Güç ve silah kullanmadan barışçıl protestolarla, boykotlarla direnişimizi sürdüreceğiz. Halkın ayağa kalkması gerekiyor”.
Peki ne yaptınız da iktidarı bu günkü hükümete teslim ettiniz diye sorduğumuzda şu cevabı veriyor:
“Ekonomik sorunlar. Banker olaylarında hatalı idik, komünistler bu durumu iyi yakaladılar, büyüttüler. Halkı ayaklandırdılar, çatışmayı önlemek için siyasi yolu açtık. Önümüzde acil çözülmesi gereken problemler var; mesela halkın silahsızlanması, anayasanın hazırlanması vb. hükümet bunları tek başına çözemez, bizimle masaya oturması gerekiyor”.
İktidara sorduğunuzda ise muhalefetin diyaloğa kapalı olduğunu söylüyorlar. İktidara göre ülkenin içinde bulunduğu sıkıntıların tek sorumlusu Sali Berisha.

Ulusal Diriliş Partisi Başkanı Abdi Baleta’ ya göre ülkede Yunanistan’ ın, Almanya’nın, İtalya’nın ve Fransa’nın güçlü lobileri var. Hatta bu ülkeleri arkasına alamayan partilerin iktidar olması çok zor. Yunanistan birçok gazetenin sponsorluğunu yaptığını ve eğitim için gelen Yunan askerlerini ülkelerine gönderemediklerini söylüyor.

Problemler içinde çalkanan bu ülkede en çok kullanılan kelime sıka problem yani problem yok. Herkes birbirine adeta problem yok diyerek terapi yapıyor. Ama her şeye rağmen Arnavutluk’ta hayat devam ediyor. Arnavutlar bize Osmanlıdan kalma bir sempati ile bakıyorlar ve dostluk ellerini uzatıyorlar. Başkent Tiran’ın merkezinde 1793 yapımı Osmanlı yadigarı Ethem Bey Cami duruyor. Mihrapta rahmetli Turgut ÖZAL’ ın ziyareti esnasında hediye ettiği seccade bulunuyor.

Bektaşi ve Halfeti tekkeleri
Enver Hoca’ nın diktatörlüğü zamanında uygulanan ateizm propagandası pek netice vermemiş. Mabetlerin birçoğu yıkılmış ancak kalplerdeki iman söndürülememiş. Bektaşilik çok yaygın. Adeta Müslümanlık deyince Bektaşilik kastediliyor. Ülkenin her yerinde Bektaşi tekkeleri var ve faal. Ayrıca 200 civarında Halveti dergâhı var. Gerek Bektaşi gerek Halveti dergâhlarının duvarlarını Hz. Muhammed (SAV) in lafzı ve Hz Ali (RA) ın temsili resimleri süslüyor. Dergâha girdiğinizde kendinizi Anadolu da hissediyorsunuz. Arnavutluktaki Halfeti şeyhi Muammer Pazari yi dergahında ziyaret ettik. Her Perşembe ve Pazar bir araya gelip namaz kılıp kudüm ve zil eşliğinde zikir yapıyorlarmış. Bu zikir ramazan ayında her akşam oluyormuş. Şeyh olmak için 23 yıl bir eğitim gerekiyormuş.

Tiran’daki Vatikan temsilcisini de ziyaret etme imkanımız oldu. İstanbul da ki Vatikan Temsilcisi sayın George MAROWİCH’ in çocukluk arkadaşı imiş. Sıcak ve cana yakın bir insan. Bir ara birileri Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında çatışma çıkarmak istemiş. Merkezi cami ve kiliselerin bombalanma tehlikesi varmış. Arnavutluk Diyanet İşleri ile birlikte hareket edip, papazı camide imamı ise kilisede yatırarak bu tehlikeyi önlemişler. Bu arada meşhur Rahibe Teresa’ nın Arnavut olduğunu ve asıl adının Gonca BOYACI olduğunu hatırlatayım.

Arnavutluk un dışında Balkanlarda 7 milyon Arnavut un yaşadığı söyleniyor. Merkezi zayıflatma adına dış ülkelerin ülkede çok parmağı var. Kosova Arnavut nüfusun yoğun olduğu bir bölge. Sırp saldırıları sonucunda birçok Arnavut göçmen zor durumda. Kosova Yardımlaşma Derneği kurucusu Muhammet YUSUF ve göçmenlerle görüşme imkanı oldu. Ülkede kayıtlı 30.000, Tiran’da ise 6500 göçmen yaşıyor. Bir evde 3 veya 5 aile birlikte kalıyorlar. Varsa akrabaları yanlarına sığınıyorlar. Kosova’dan Arnavutluğa varmak için üç gün üç gece çoluk çocuk dere tepe demeden aç, susuz yürüdüklerini söylüyorlar. Halk göçmenlere ellerinden geldiğince yardım etmeğe çalışıyor. Türkiye den ciddi bir yardım gelmediğini söylüyorlar.

Ülkenin her yanında 1 milyonu aşkın bunker var. Bunker çelik ve betondan yapılmış sığınak demek. Enver Hoca döneminde yapılmış. Büyüklükleri çeşit çeşit en küçüğü bir ailenin sığabileceği kadar. Zaten her aileye bir tane yapılmış. Tankın girebileceği büyüklükte olanları da var. Uzaktan mantar görüntüsü veriyor. Halk yıllarca muhtemel bir savaş tehlikesi psikolojisi ile tutulmuş. Bu gün maketleri turistlere hediyelik eşya olarak satılıyor

Tarihi şehir Kruie’ de köpüklü Türk kahvesi
Tarihi şehir Kruie hakikaten çok güzel bir şehir. Başkent Tiran’ a bir saatlik mesafede. Yüksek bir yerde dağın yamacına kurulmuş bir kale şehri. Kale 12. Yüzyılda Bizanslılar tarafından yapılmış. 15. yüzyılda Arnavutluk’ un başkentliğini yapmış. 1450 yılında ise Fatih kuşatmış ama alamamış. M.Ö. şehri yakın bir yerde Alban kabilesi yaşarmış. Uluslar arası platformda Albanya denmesinin sebebi bu imiş. Kaleden Adriyatik ve İtalya’nın ışıkları gözüküyor. Dar sokakları ve evleri ile tipik bir Osmanlı şehri.
Şehri gezerken bir Bektaşi tekkesine rast geldik. Tekke 200 yıllık imiş. İçerisinde bir zamanlar Osmanlı ordusunda binbaşılık yapmış Hacı Mustafa ve Hüccet Baba isimlerinde iki bektaşi dedesinin kabirleri var. Tekkenin duvarlarında Hz. Peygamberin kabrinin, İmam Alinin, Ahmet Dede ve Hacı Bektaş Veli Hazretlerinin temsili resimleri var. Bir Osmanlı evini restore etmişler ve ziyaretçilerin hizmetine açmışlar. Güzel bir Türk kahvesi içmek mümkün. Şehirde bir de harabe şeklinde camiye rast geldik. Duvarında Osmanlı ay ve yıldızı duruyordu. Halk komünist devriminde yıkıldığını söyledi.

Balkan halklarının gönüllerinin sultanı Sarı Saltık
Sarı Saltık bütün Balkanlar da olduğu gibi Arnavutlukta da çok saygın ve kutsal. Sadece müslümanlar
için değil hıristiyanlar için de aynı. Müslümanlar kabrini büyük bir veli diye ziyaret ederken, hıristiyanlar da büyük bir aziz olarak ziyaret ediyor. Sarı Saltık Hoca Ahmet Yesevi nin müridi. Yani horosan erenlerinden, yani Anadolu ve Balkanların islamlaşmasında görev almış alperenlerden.
Evliya Çelebi nin tesbit ettiğine göre Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş tan sonra Sarı Saltık lakabı ile tanınan Muhammed Buhari’ yi horasan erenlerinden 700 kişi ile Hacı Bektaş’a imdada gönderiyor ve meşhur tahta kılıcını Sarı Saltık ın beline kuşatarak şu nasihatı veriyor; ‘Sarı Saltık Muhammedim! Bektaşım seni rum a göndersin Makedonya, Dobruca’ da yedi krallık yerde nam ve şan sahibi ol’. Sarı Saltık rum diyarına gelince, Hacı Bektaş Veli şeyhinin emrini yerine getirerek onu Dobruca ya gönderiyor. O da oralara giderek birçok kerametler gösteriyor. Bütün balkan halkalarının gönülerinin sultanı oluyor (1263- 1264). Bir efsaneye göre Sarı Saltık bir çoban imiş. Seccadesi üzerinde Sinop tan Gürcistan a gitmiş. Gürcüleri müslüman ettikten sonra Doburca da Kaligra kalesine çıkmış ve oradaki ejderhayı öldürmüş. Ejderhayı öldürmeye giderken bastığı yerdeki ayak izi Tiran’a yakın bir dağda, üzerine türbe yapılmış. Ziyaret imkanı oldu. İnsanlar akın akın gelip ayak izini öpüyorlar, mum yakıyorlar. Yanı başında türbedarın evi var. Öldürdüğü ejderhanın leşinin düştüğü yerde leş kelimesinden gelen Leja şehri var.
Sarı Saltık rivayete göre Dobruca’ da vefat etmiş. Ölünce vasiyeti gereği 7 tabut hazırlanıyor. Onun muhtelif şehirlere mensup müridlerinin her biri tabutları alıyorlar. Saltık Babayı 7 tabutun içinde de görüyorlar, sevinerek onu kendi şehirlerine götürüp defnediyorlar. Balkanlar da bazı bölgelerde hıristiyanlar ona Snt George ünvanı vermiş. O şekilde yad ediyorlar. Yani o bir aziz ve aynı zamanda bir veli

Sarı Saltık bu bölgede her milletin, her din mensubunun saygı göstermesi, hürmet etmesi bakımından bugün Balkanlar da çok daha önem kazanmış durumda. Devamlı kendi içinde kaynayan ve durulmayan bu coğrafyada önemli bir ortak payda, önemli bir tutkal. Sarı Saltık felsefesinin hem Türkiye de hem de bu coğrafyada yeniden ele alınıp, hurafelerden arındırılıp bilimsel bir şekilde incelenmesi ve nazara verilmesi bölge barışı açısından bir nebze de olda katkıda bulunacağına inanıyorum.

Arnavutluk Türkiye dostluk köprüleri Türk Kolejleri
Arnavutluk ta ziyaret ettiğimiz Türk Kolejleri Sarı Saltık felsefesini 20. Yüzyıla taşıma gibi bir misyon üstlenmiş gibiler. Ülkede 5 Türk koleji var. Bazılarının adları şöyle; M. Akif Ersoy Lisesi, Turgut Özal Lisesi, Zübeyde Hanım Anaokulu. Bu okullarda her milletten her dinden gençler okuyor. Öğretmenleri, belletmenleri ve öğrencileri ile sevgi yumağı olmuşlar. Her dinden her milletten, herkes bu okulları seviyor, herkes çocuklarını buralara vermek için yarışıyor. Ümit ediyorum ki bu kolejlerde yetişen gençler Sarı Saltık’ ın fikir mirasını devam ettirecekler. Balkan ve dünya barışına hizmet edecekler.

Kolejlerin şeref defterlerinde yer alan bazı yazılar dikkatimizi çekiyor..
“Tiran da eğitime başlayacak olan Mehmet Akif Ersoy Özel Türk Kolejinin açılışını yapmaktan dolayı büyük mutluluk duydum. İstiklal Marşımızın öğrenciler tarafından Türkçe söylenmesi ise hepimizi ayrıca duygulandırdı. Okul yöneticilerini ve kurucularını içten kutlarım.”
Turgut ÖZAL- CUMHURBAŞKANI


“Ülkemizin ve halklarımızın arasındaki işbirliğinin eğitim alanında da geliştirilmesi, işbirliğimizin bir bütün olarak her alanda dengeli ve kapsamlı şekilde ileriye götürülmesinde ve genç nesiller arasındaki karşılıklı anlayışın arttırılmasında olumlu yönde katkıda bulunacaktır.”
Süleyman DEMİREL- CUMHURBAŞKANI


“Arnavutlukta da açılan ilk türk kolejine, geleceğin Arnavutluk dahilerinin yetişmesinde milletlerimizin arasında bulunan kardeşlik ilişkilerini korumak ve devam ettirmekte üstün başarılar dilerim.”
Sali BERİSHA- ARNAVUTLUK ESKİ CUMHURBAŞKANI

Emeği geçen herkesi biz de tebrik ediyoruz. Unutmadan ilginç bir not düşeyim şu an ki Cumhurbaşkanı Recep MEYDANİ fizik profesörü ve Türk Kolejlerinde bir dönem öğretmenlik yapmış bir bilim adamı.

İtalyan, Yunan iş adamlarının çokluğu gözümüzden kaçmadı. Ancak Türk işadamları da aktif bir durumda. Görüştüğümüz Arnavutluk DEİK Başkanı İbrahim AKSOY siyasi çalkantılardan etkilendiklerini , fakat ülke ekonomisinden umutlu olduklarını, Türkiye’nin Tiran’da ticaret ateşesinin olmadığını, Türkiye’den daha çok işadamı gelmesi gerektiğini söyledi.

Arnavutluk Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Ylli RAKİPİ ve Yazarlar Birliği Başkanı Xhevahir SPAHİU bizlere bir gece yemek verdiler. Türkiye ile ilgili haberleri yabancı haber ajanslarından alıyorlarmış. Daha sağlıklı haber akışı istiyorlar. Bunu problem olarak önümüze koydular. Ülkelerinde yazarlara, gazetecilere komünist rejimdeki gibi siyasi baskı olmadığını ancak ekonomik sıkıntılar içerisinde olduklarını söylediler. 15 yıl önce Türk edebiyatı antolojisi yayınlanmış, edebiyatımıza aşinalar. Orhan Veli, Nazım Hikmet ve Mehmet Akif sohbeti yapma imkânı bulduk.

Kosova göçmenleri ve yaklaşan kara kış
Gazeteciler Cemiyetinin duvarında asılı duran Leanordo VİNCİ’nun tablosundaki Monalisa Arnavutluk a çok benziyor. Bir gözü acılar içerisinde ağlarken bir gözü ümitle yarına tebessüm ediyor. Siyasi ve ekonomik çalkantılar Arnavutların ümidini alıp götürmemiş.

Yazımın başında bize benzemelerinden dolayı Balkanlardaki ‘en Türkiye’ demiştim. Kaderleri de bize benziyor. Türkiye doğu bloğunun çökmesi ile büyük devlet olma yönünde önüne tarihi bir fırsat geçmişti. Soydaşları tarafından gözünün içine bakılan ülkeydik belki hala öyleyiz. Bu sebeple Türkiye devamlı kendi içerisinde karıştırılarak büyüme için ihtiyacı olan sıçrama yaptırılmamaktadır. Arnavutluk ta balkanlardaki kalabalık Arnavut nüfusunun varlığı sebebi ile bölgede güçlü bir Arnavutluk istenmediği için merkez devamlı karıştırılmakta. Siyasi ve ekonomik çalkantılar devam etmekte. Kosova dan Sırp vahşeti ile kaçan Arnavutlar ızdırap içerisinde. Arnavut halkı elinden geldiğince soydaşlarına sahip çıkmağa çalışıyor. Yaklaşan kış şartları insanları kara kara düşündürüyor.

Arnavut şairimiz M. Akif ERSOY 1913 yılında şöyle yazmış;

Nerede olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova
Sen misin, yoksa hayalın mi? Vefasız Kosova...

Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavudum...
Başka bir şey diyemem... işte perişan yurdum!..

Sanki bu günleri anlatmış değil mi?..

Erkam Tufan Aytav
16 EKİM 1998 CUMA