20 Mayıs 2010 Perşembe

Yemen’den Türkiye’ye nasıl gözüküyor?

Yemen’den Türkiye’ye nasıl gözüküyor?

Bir grup gazeteci ile Yemen’deyiz. Sahil şehri Aden’de bir Yemenli işadamının evinde Yemenli dostlarla sohbet ediyoruz.
Türkiye değince aklınıza ne geliyor diye soruyorum; hemen Âlem-i İslam’ın lideri diyorlar ve arkasından ekliyorlar; one minute.
One minute anladığım kadarı ile Yemen’de de büyük olay olmuş. İnsanlar sokaklara dökülmüş. Tayyip Erdoğan Davos sonrası Yemen’e gelseydi devlet, halk herkes havaalanına yığılırdı, coşkun bir karşılama töreni düzenlenirdi diyor ev sahibimiz. Yemenliler Türk okullarına hücum etmiş Tayyip Erdoğan’ın posterini bulmak için. Sayın Erdoğan’ın İslam dünyasının dertlerine eğilmesini çok önemli buluyorlar.
İsrail’de Büyükelçimizi alçak koltukta oturtulması üzerine yaşanan kriz Yemen’ de büyük olay olmuş, insanlar sokaklara dökülmüş.
Sohbet derinleşiyor ve ben duyduklarım karşısında kulaklarıma inanamıyorum. Yemenli dostlar anayasa referandumunun 12 Eylül’e denk gelmesinin sonuçları nasıl etkileyeceğini soruyor. Hayret ki ne hayret. Bu soru sorulduğunda referandum tarihinin belli olması üzerinden 12 saat bile geçmemişti. Arkasından Sayın Baykal’ın ve CHP’nin anayasa değişikliği görüşmelerinde olumsuz tavrından bize bahsediyorlar.
Türkiye’nin Yemen’den dakika dakika milimetrik takip edilmesi karşısında şaşkına dönüyorum.
Sohbetimizde Aden’in müftüsü de var. Türk dizilerinden dert yanıyor. En çok bilinen de Gümüş adındaki diziymiş. Bu dizilerin Türkiye imajını çok olumsuz etkilediğini söylüyor. Aden’de bulunan Türk Okulu yetkilileri ile Türkiye’yi ziyarete gelmiş, bu vesile ile öteki Türkiye’yi görme fırsatım oldu diyor. Gelir gelmez de Türk okulları üzerinden görmüş olduğu öteki Türkiye’yi hutbesinde bahsetmiş.
TRT Arapça yayını başlayınca pek çok kişi Türk okullarını arayıp tebrik etmiş. Umarım TRT Arapça Arap dünyasının hassasiyetlerini ve beklentilerini dikkate alıyordur.
Derken Türkiye’de asker sivil ilişkilerinde yaşanan sıkıntıları ve arka planlarını soruyorlar. ‘Bu yaşadığınız tecrübe bizler için de çok önemli, benzer sıkıntıları Arap dünyası olarak bizler de yaşıyoruz’ diyorlar.
Anlıyorum ki İslam âleminde Türkiye çok sıkı takip ediyor ve Türkiye’nin demokratik dönüşümü, gözü ve kulağı Türkiyede olan ülkeleri de paralel olarak etkileyecek.
Aylar önce Moritanyalı kabile reisinin inanılması güç hikâyesini yazmıştım. Hikâye kısaca şöyleydi;
Senegal’de yaşayan bir arkadaşım Türkiye’den işadamları ile birlikte Afrika’nın fakir ülkesi Moritanya’ya gitmişler. Amaçları yardım dağıtmak. Çölün ortasında kuş uçmaz kervan geçmez bir köye varmışlar, yardımları dağıttıktan sonra kabilenin reisi çadırında bunları misafir etmiş. Sohbetin bir kısmında kabile reisi ‘Baykal’a güvenmeyin, samimi değil demiş. Bizimkiler de şaşırmış, ‘hangi Baykal’dan bahsediyorsunuz’ diye sormuşlar, reis de ‘CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’dan bahsediyorum, hani çarşaflılara parti rozeti takıyor ya’ demiş.
Duyunca çok şaşırmıştım bu oldukça komik olayı. Bizzat yaşamış arkadaşımın ağzından duymasam inanmayacaktım.
Şimdi Yemen’de Yemenliler tarafından Sayın Baykal’ın olduğu iddia edilen kasetler hakkında soru sorulunca Moritanyalı kabile reisini ve İslam dünyasının Türkiye’yi nasıl takip ettiklerini daha iyi anladım.
Türkiye bölgesinde merkez ülke olma noktasında hızla ilerliyor. İslam dünyasının Osmanlıdan kalma şuuraltı kredisi hala zihinlerde canlı duruyor.
Ne kadar inkar etsek de tarihi misyon omuzlarımızda. Bölgesinin doğal lideri olarak Türkiye’den büyük beklenti var. En son TESEV’in 7 ülkede 2 bin kişi ile yaptığı ankette çıkan sonuç da bunu gösteriyor; Arap dünyasının en güvendiği ülke Türkiye.
Yemen izlenimlerim bir yazı ile bitmesi mümkün değil. Bir sonraki yazımda Adı Yemen’dir gülü çemendir, giden gelmiyor acep nedendir? Sorusundaki nedenleri, Mehmetçiğin neden dönemediğini, Yemen’de yaşayan 100 bin civarındaki Türkün hikâyelerini yazacağım.

Not: bizleri Yemen’e davet eden Yemen Turizm Bakanlığına, THY’ye, Aden ve Mercure otellerine ve özellikle gezimiz esnasında yanımızdan ayrılmayan Yemen-Türk Okulları Halkla İlişkiler Müdürü Fethullah bey ve Mustafa beye buradan teşekkürlerimi sunarım.

Erkam Tufan Aytav

Gazze: Reflekslerimiz ve gerçekler

Osmanlı refleksleri ile ayağa kalkıp, Türkiye Cumhuriyeti gerçekleri ile yerimize oturmak.
Gazze: Reflekslerimiz ve gerçekler

Erzurumlu Alvarlı Efe Hazretleri’nin meşhur bir beyti vardır,
‘Bu gün mah-ı muharremdir, muhibbi hanedan ağlar
Bu gün eyyam-ı matemdir, bu gün ab-ı revan ağlar’

Gazze katliamının Hazret-i Hüseyin’in ve beraberindeki yetmiş kişinin şehit edilmesinin seneyi devriyesine gelmesi ne kadar hazin!

Kerbalalar bitmiyor, bu gün de Gazze’de adeta bir Kerbela yaşanıyor. İsrail’in gerçekleştirdiği kara ve hava harekâtı sonunda yaşanan insanlık dramı. Tecrit edilerek aç susuz bırakılan insanlar çoluk çocuk demeden katlediliyor.

Bütün dünyanın ayağa kalktığı söylenemez. Başta ABD olmak üzere pek çok batılı ülke idare-i kelam etti. Kendilerinden bekleneni yaptılar. Arap ülkeleri liderleri de, Kaddafi dışında, aynı idare i kelama eşlik etti. Yani şaşırtmadılar. ABD Gazze’ye insani yardım için beş milyon dolar ayırmış, lütfetmiş. Bu rakam ancak Newyork’da bir daire parası.

Dünya liderleri arasında en sert tepkilerden birini veren Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Tayyip Erdoğan oldu.`O bombaların altında ölen çocukların, o savunmasız kadınların, annelerin ahı yerde kalmayacak, o gözyaşları yerde kalmayacak. Allah İsrail`i cezalandıracak’ diyerek milletin duygularına tercüman oldu. İsrailli yetkililer bu ifadeleri Erdoğan`ın duygusallığına yordular ve Türk halkını yatıştırmayı amaçladığına bağladılar. Bunun üzerine Sayın Erdoğan’da, “Ben duygusal değilim sadece sorumluyum. İsrail’i de sorumlu olmaya davet ediyorum. İsrail’in yaptığı zulümden başka bir şey değil” diye cevap verdi.

Aslında Batı ülkelerinin ikiyüzlülüğüne de Arap diktatörlerinin kayıtsızlığına da artık alışmıştık. Ama benim alışamadığım sadece benim değil, millet olarak da alışamadığımız uluslar arası arenadaki konumumuz, yani kaale alınmama.

Sokaktaki insanından, başbakanına kadar olan bitenler karşısında hırçınlığımız biraz bundan. İşin gerçeği millet olarak Osmanlı tarihsel mirasının altında eziliyoruz.

Türkiye Kongo Cumhuriyetinin devamı bir ülke değil. 600 yıllık bir imparatorluk geleneğimiz ve dönemin süper gücü olma yönümüz var. 400 yıl idaremiz altında kalmış bir bölgede yaşanan dram bizi derinden etkiliyor.

Yıllar önce Ahmet Turan Alkan köşesinde ilginç bir olayı yazmıştı. Bir gün bir hastanın ayağı kangren oluyor ve kangren olan ayak ameliyatla kesiliyor. Aradan aylar geçiyor, hasta geceleri kesilen ayağının kaşıntısı ile sık sık uyanıyor. Olmayan ayak nasıl kaşınır diye bu duruma çok şaşırıyor, gidip doktora soruyor. Aldığı cevap çok ilginç. Beyin, ayağın koptuğunu bir türlü kabullenemiyor, sürekli olmayan ayağa sinyaller gönderiyor. Böylece hastada kaşıntı hissi uyanıyor. Böyle durumlarda beynin adaptasyonu çok geç oluyormuş.

Bizim durumumuzda biraz buna benziyor. Osmanlı adındaki ‘hasta adamın’ kolunu bacağını kestiler. Ancak bilincimizin derinliklerinde o parçalar hala duruyor. Parçalarda olan her hadise bizi derinden yaralıyor, bir şeyler yapamamanın hırçınlığını yaşıyoruz. Osmanlı imparatorluğu refleksleri ile ayağa kalkıp, efelenip Türkiye Cumhuriyeti gerçekleri ile yerimize oturmak çok acı değil mi? Başbakanımız Ramallah sınır kapısında yarım saat bekletilebiliyor. Mehmet Akif demiş “ya param olsaydı ya da hamiyetsiz olsaydım.”

Hükümetin yapılabilecek her şeyi yaptığına ve yapmaya hazır olduğuna hiç şüphem yok. Ancak yapılabilecek şeyler kadar bir şey yapabilirsiniz. Yani boyunuz kadar.

‘O gözyaşı yerde kalmayacak’ demeniz üzerine İsrail de ‘Gazze’den çıkmıyorum, katliama da devam edeceğim, ne yapacaksın’ dese ne diyeceksin. Türkiye olarak ne tür müeyyidelerin var? Gücün nereye kadar? TBMM bir kınama metni bile çıkaramadı. Dışişleri bakanlığının uyarısı üzerine dengeler var diye metin geri çekildi.

İsrail’i kınayamayacak kadar TBMM’nin elini kolunu bağlayan bu dengeler neler? Maalesef bu dengeler meselesi bizim acı gerçeğimiz.

Dış politikamızda hep kapısına gittiğimiz lobi Yahudi lobisidir. ABD Senatosunda sürekli gündeme getirilen Ermeni soykırımı kararını engellemek için bu lobilere avuç dolusu paralar dökeriz. Desteklerini hep yanımızda isteriz. Bu adeta dış politikamızın mütemmim cüzü gibidir.

İsrail ile yürütülen şu an beş askeri projemiz devam ediyor. M-60 tanklarının modernizasyonu, füze savunma sistemi, 54 adet F-4 savaş uçağının ve 48 adet F-5 savaş uçağının modernizasyonu gibi.
Terör ile mücadelede İnsansız Hava Aracını da (Heron) İsrail’den aldığımızı unutmayalım.
Sık sık dile getirilir TSK neden İsrail ile iş yapıyor, ihale veriyor diye. İşin gerçeği şudur; TSK’nın elindeki silahların pek çoğu ABD yapımı. Bu silahların parça ihtiyacı ve geliştirilmesi bizi ABD’ye bağımlı kılıyor. ABD’de o teknolojiye uyumlu silahları ve parçalarını benden değil İsrail’den alabilirsin diyor. Buna mecbur ediyor.

Yani pek çok alanda eliniz kolunuz bağlı. Can sıkıcı ama böyle. Türkiye ABD ve İsrail’den bağımsız dış politika belirleyebilir mi? Bu açıdan biraz zor. Dışişlerinin dediği gibi; dengeler, dengeler. Bugünün şartları böyle.

Öte yandan Dışişlerimiz çok ciddi performans göstermesi, Sayın Erdoğan’nın sert açıklamalar yapması bütün bunlar Arap dünyasının gözünden kaçmıyor. Arap ülkelerini temsilen 6 kıdemli büyükelçinin Başbakana teşekkür ziyareti yapması, Dışişleri Bakanı Ali Babacan'la görüşen Arap ülkeleri dışişleri bakanlarının, "Sayın Erdoğan bizim hislerimize tercüman oluyor. Türkiye'nin Gazze sorununda gösterdiği diplomatik çabayı ve tutunduğu siyasi duruşu destekliyoruz." demeleri, Suriye'nin başkenti Şam'da, Gazze'ye destek için yüz binlerce kişinin katıldığı mitingde "Selam sana Erdoğan" sloganlarının atılması çok önemli.


ABD Basını da `Gazze Krizi Türkiye`nin diplomatik profilini güçlendirdi’ diyerek konuya dikkat çekiyor.

Bu yakın tarihimiz açısından alışık olmadığımız bir dış politika atağı. Hükümeti yürekten tebrik ediyorum.

Osmanlı torunlarından bir zamanlar yaşadıkları coğrafyada bıraktıkları boşluğu yeniden doldurmaları bekleniyor. Biz ne kadar kaçsak da tarihi misyonumuz yakamızı bırakmıyor.

Gerek geçmişten gelen reflekslerimizin varlığı, gerek Balkanlardan Ortadoğu’ya bölge insanının beklentisi bir doğumun arifesinde olduğumuzun göstergesidir.

Beklenen prangalarından kurtulmuş, itibarlı ve güçlü bir Türkiye’dir…

Erkam Tufan Aytav
8/1/2009

Alkışlar Genç Siviller için

Alkışlar Genç Siviller için

Ergenekon tutuklusu Cumhuriyet gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay’ın o meşhur haberinin ne tür güzelliklere vesile olacağını o günlerden tabii ki bilemezdik.

Balbay’ın meşhur haberi derken Cumhuriyet’te manşet olan haberini kastediyorum. Neydi o manşet; Genç Subaylar Rahatsız.

İyi ki o manşet atılmış. Bu manşet sayesinde Genç Sivillerden kamuoyunun haberi oldu. Genç Siviller Rahatsız diye ortaya çıkmışlardı.

Hafta geçmiyor ki bu rahatsız Genç Siviller bir eylem yapmasın. Artık iple çeker oldum eylemlerini. Yaptıkları eylemelerin en önemli özelliği çok zekice olmaları.

İşte en son yaptıkları eylem de muhteşemdi. Genç Siviller İstanbul Barosu’nun geleneksel olarak düzenlediği Mahmut Esat Bozkurt Hukuk Ödülü’nün bu seneki törenine Nazilerin Başhukukçularından Nurnberg Barosu’dan Carl Schmitt adına çelenk göndermişler. Akşam televizyon seyrederken bir de ne göreyim Baro o çelengi gerçekten Almanya’dan gönderildiğini zannederek Türkiye Barolar Birliği Başkanın çelenginin yanına koymuş. Gül gül kasıklarıma ağrılar girdi. Baro’nun Türk olmayanları insan görmeyen Mahmut Esat Bozkurt adına Hukuk ödülü vermesi yeterince kara mizahtı zaten. Bu son olayda bu kara mizaha ayrı bir güzellik kattı.

İstanbul Barosu durumu şu anda fark etmiş midir bilmiyorum. Belki çelengi hatıra diye diğer çelenkler ile birlikte ofislerine taşımışlardır. Genç Sivillerin Baro’ya yaptığı ikinci sürpriz bu. Taksim’de Darbeci Baro Taksim’e hoş geldin afişi hala hafızalarımızda.

Geçen haftaki eylemde çok iyiydi. Eylemin adı 1. Geleneksel CHP-Anayasa Mahkemesi Dosya Taşıma Yarışması. Çok güzel ve çok zekiyce. Gene ekrandan seyrettim eylemlerini. Bir grup Genç Sivil ellerinde dosyalar ile CHP önünden Anayasa Mahkemesine kadar koşuyorlar. Yarışı birincilikle bitiren CHP’de istihdam edilmek üzere büyük bir avantaj kazanıyordu.

Cumhuriyet gazetesine ve o tarihi manşeti atan gazeteci meslektaşlarıma buradan şükranlarımı arz ediyorum. Bakın ne gibi güzelliklere vesile oldunuz. Nelere ilham kaynağı oldunuz. Bu tür manşetler atmaya devam edin emi.

Genç Sivillere bir de önerim var. Her biri parlak birer zekâ ürünü olan bu eylemleri ve eylem malzemelerini sergileyin. Sergileyin ki bir hafta sonu ailecek sergiye gelip neşemizi bulalım.

Erkam Tufan Aytav

Önümüzdeki dönemlerde suikastlar olabilir

Önümüzdeki dönemlerde suikastlar olabilir

STV’de çok ilginç bir dizi var, adı Kollama. Son zamanlarda fena halde bu diziye takılmış durumdayım. Bu sebeple her Cuma akşamı ekranın karşısındayım.
Size çok ilginç ipuçlarının olduğu bu diziden söz etmek istiyorum.
Kısa adı İKT olan İsimsiz Kahramanlar Teşkilatının ‘Erkenkondu’ adında bir örgütle mücadelesi dizinin ana teması.
İKT devlet içinde yapılanmış vatanseverlerden oluşuyor. Ergenkondu ise gene devlet içinde yuvalanmış karanlık güçleri temsil ediyor.
Her ne kadar dizi başlamadan önce günümüz olayları ile bir ilgisi yoktur dese de günümüzde yaşanan olaylarla birebir örtüşüyor.
Filmde bazı sahneler çok dikkatimi çekti. Bu sahneleri sizinle paylaşmak istedim.
Dizinin geçen bölümünde Türkiye’de milliyetçi bir partinin liderine suikast yapılıyordu. Erkenkonducular bir PKK militanı ile anlaşıyor ve parti liderini öldürüyorlardı. Tabii arkasından da katil linç ediliyor ve partinin milliyetçi gençleri sokağa dökülüyordu.
Peşinden ise Kürt partisinin soyadı Türk olan liderine benzer bir suikast düzenleniyordu. Erkenkonducular bu suikastla devletin ‘en diyalogdan yana olan Kürt liderine bile tahammül edemediği’ mesajını veriyorlardı.
Ondan sonda da gelsin Kürt Türk çatışması.
Bu sahneyi seyrederken ‘aman Allah’ım ne korkunç plan’ demekten kendimi alamadım. Tam bir kabus.
Türkiye’nin çok kritik bir eşikten geçtiği muhakkak. Devletin içinde yuvalanmış şer şebekelerinin bütün pislikleri artık orta yere döküldü. Adalet yakalarına yapıştı. Düne kadar dokunulamayan pek çok kişiye artık dokunuluyor. Gittikçe mevzi kaybediyorlar.
İşte en kritik eşik bu. Var olma ya da yok olma mücadelesi içerisindeler. Bu sebeple her türlü çılgınlığı yapabilirler.
Bazı güçlerin yönetime el koyması, savcıları hizaya getirmesi, devam eden davaların akamete uğratılması tek çıkar yolları. Bu sebeple ortalığın karıştırılması lazım.
Bu açıdan Kollama dizisindeki sahne bana ‘acaba’ dedirtti. MHP lideri Devlet Bahçeli ve Ahmet Türk’e bir suikast yapabilirler mi diye endişe etmekten kendimi alamadım.
Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun çok şüpheli bir şekilde vefat etmesi hala hafızalarımızda. Karanlık güçlerin milliyetçi gençleri sokağa dökmelerine ciddi bir engeldi Sayın Yazıcıoğlu.
Sayın Bahçeli de oyunun farkında gözüküyor ve tabanını sokaktan uzak tutuyor. Onun için Sayın Bahçeli’nin bir şekilde ortadan kaldırılması birileri için ‘iki taraflı öten Halep düdüğü gibi’ olacak. Hem taban sokağa dökülecek hem de partinin başına ‘söz dinleyen bir işbirlikçi’ getirilecek.
Aman dikkat.

Erkam Tufan Aytav

Fabrikatör Hulusi Kentmen’in kızının hali ne olacak?

Fabrikatör Hulusi Kentmen’in kızının hali ne olacak?

Türk filmlerinin unutulmaz karakteri fabrikatör Hulusi Kentmen’i bilmeyeniniz veya sevmeyeniniz var mı acaba? O pala bıyığı ve babacan tavırları ile hepimizin gönlünde taht kurmuştu. Anadolu’dan gelip İstanbul’da büyük para kazanmış, şefkat ve merhamet sahibi bir patrondu. Köklerini asla unutmamıştı. Belki de bu sebeple biz onu çok seviyorduk.
Bir de şımarık bir kızı vardı. Genelde sarışın olurdu bu kız. Tam bir ‘beyaz Türk’tü’. Türkiye gerçeklerinden uzak yaşardı. Gününü gün eden deli dolu bir kızdı. Yabancı okullarda eğitim görmüştü.
Filmin bir sahnesinde hemen bir Yeşilköy Havalaalanı görüntüsü gelirdi ekranlara, Paris, Londra anonsu ile birlikte bizim kızımız tatilden döner kahkahalarla.
Havaalanından çıkarken doğudan gelmiş yakışıklı bir ayakkabı boyacısı ile rastlantı sonucu birkaç saniye göz göze gelir. Kızımız beyaz eldivenli şoförünün kapısını açtığı Şavrole aramasına biner ve gider. O ayakkabı boyacısı Anadolu delikanlısının üzerine su sıçratarak hem de.
Araba babişinin yani Hulusi Kentmen’in yalısına doğru hızla ilerler. Bizim ‘varoş delikanlı’ arkadan bakakalır.
Sonra neler oluyorsa olur, film bu ya, bizim beyaz Türk kızımız Anadolu’dan gelmiş gençle evlenir. Babası bu sınıf ve kültür farkını hiç problem etmez. Babacan adamdır çünkü o. Damadını da pek sever.
Kızımız hayata yeniden geldiğini ve çok mutlu olduğunu düşünür. Damadın başörtülü basma etekli ailesi ile sarılır, öpüşür. Her şey çok güzeldir. Kızımızı seven yan yalının zengin, şımarık delikanlısı uzaktan kıskanç bakışlarla bakar ama artık elinden bir şey gelmez.
Film bu şekilde mutlu sonla biterdi. Biz seyredenler de hep birlikte ‘helal olsun şu Hulusi Kentmen’e, kendisi de kızı da delikanlıymış der ve sevinç gözyaşları dökerek ekranın başından kalkardık.
Tabii film burada bitiyor ama evlilikleri nasıl yürüyordu, sınıf ve kültür farkından gelen çatışmalar oluyor muydu? Toplumda yaşanan psikolojik ortam ve gerilim bu mutlu evliliği devam ettirilmesine zemin hazırlıyor muydu?
Sahi evlilikleri nasıl devam etti acaba?
Evlilik esnasında kızımız Cumhuriyet mitinglerine gitmek istediğinde oğlumuz nasıl bir tepki vermişti?
Kızımız Hürriyet, Cumhuriyet veya Vatan okurken oğlumuz Zaman, Yeni Şafak, Vakit mi okuyordu?
Hafta sonları birlikte Lailaya’mı yoksa Belediyenin içkisiz köşklerine mi gidiyorlardı?
Evlerini nereden tutmuşlardı acaba? Yaşam tarzlarına göre parsellenmiş şehirde nerede oturuyorlardı, Nişantaşı’nda mı yoksa Fatihte mi?
Oğlumuz yoksa iç güveysi olmuştu da kültürel çatışma son mu bulmuştu?
Yoksa kızımız başını örtüp namaza mı başlamıştı?
Yoksa sen yoluna ben yoluma mı demişlerdi?
Ben size söyleyeyim; evet boşanmışlardı.
Kızımız ile oğlumuz farklılıkların düşman olarak görüldüğü ötekinin dışlandığı bir Türkiye’de yaşamanın faturasını ödemişlerdi.
Kayınpeder Hulusi Kentmen bu süre içerisinde Tüsiad’a üye olmuş, sistemin çarkları içerisinde ‘tarafını’ yani ‘mahallesini’ belli etmiş, melez kimliğinden eser kalmamıştı.
Kızımız ‘seviyeli birliktelik’ tarzı bir yaşam kurmuş, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğine üye olmuş, gençleri kendisi gibi ‘çağdaş’ yetiştirmek için kolları sıvamıştı. Yaşadığı lüks sitede kapıcıya başörtü yasağı koymuş, kapıcının başörtülü akrabalarını bile siteye girme yasağı getirmişti. Duyumlara göre Ergenekon kapsamında iddianamede bile adı geçiyormuş.
Kendisini en son ‘kahrolsun gericiler’ diye bağırırken Türkan Saylan’nın cenazesinde görmüşler.
Peki, oğlumuz bu süre içerisinde neler yapmış?
Önce sakal bırakmış, biraz cemaatlere takılmış. Cami çıkışları mitinglerde Tekbir diye diye bir ara sesi bile kısılmış. Memleketinden başörtülü bir eş bulmuş ve evlenmiş. Dört çocukları olmuş.
Derken siyaset olayına girmiş. Yürü ya kulum bağlamında zaman içinde bol para kazanmış. Gelsin ihaleler gitsin ihaleler derken sekreteri ile gönül ilişkisine girmiş. Karısı ve üç çocuğunu öylece bırakıp sekreteri ile birlikte yaşamaya başlamış.
En son oğlumuzu eski adı ile Yeşilköy havaalanında görenler olmuş. Beyaz Türk eşi ile ilk göz göze geldiği yerde hem de. Sekreteri ile el ele tutuşup Seyşel adalarına tatile gidiyorlarmış.
Senaryo daha uzayıp gidiyor, daha sonra kafamda oğlumuzun ilk eşi ile ikinci eşinin karşılaşmaları ve diyalogları var ama bu uydurduğum senaryo bitmez. Onun için ben burada keseyim. ‘Yoğun istek olursa’ yazarım diyeceğim ama çevrenize baksanız filmin devamını görürsünüz.
***
Hemen kızmayın, aslında kızımız da oğlumuz da Laik ve dindar diye kutuplaşan iki kesimden uç örnekler. Elbette toplumumuz bu uç örneklerden ibaret değil.
Nereden çıktı şimdi Yeşilçam filmi muhabbeti, söyleyeyim; Açık Toplum Vakfı tarafından yaptırılan Seçkinler ve Sosyal Mesafe Raporu bana bu Yeşilçam filmini ve sonraki uydurduğum kurgusunu yazdırdı.
Bu araştırma filimdeki kızımız gibi yaşam tarzına sahip Beyaz Türk denekler ile yapılmış. Topu topu kırk denek ama bir şey ifade ediyor.
Araştırma sonuçları çok çarpıcı ama şaşırtıcı değil. Çünkü Yeşilçam filmlerinden antrenmanlıyız.
Deneklerin ifadelerinden anladığım kadarı ile ortak yönleri şöyle;
• Kendini seçkin hissetme
• Kendi gibi olmayana karşı tahammülsüzlük.
• Genel de oy verdikleri parti CHP
• Okudukları gazete sırası ile Hürriyet, Cumhuriyet, Vatan
• Kürtlere karşı ön yargılı ve tepkili. İçlerinden birisi ilk kürdü 20 yaşındayken görmüş.
• Başörtüsüne karşı çok tepkililer,
• "Devlet İslamcılar tarafından kemiriliyor"; "İstanbul'u köylüler işgal etmiş durumda"; "seçkin ve kariyer sahibi insanlar bir tarafta dururken", ülkenin kaderi, "geri kalmış İslamcı köylüler" tarafından belirleniyor.
• Azınlıklar eğer daha fazla hak istiyorsa, ya Ermenistan'a ya İsrail'e veya Yunanistan'a gitmelidirler.
• "Darbe kötüdür ama rejimi ve devleti kurtarmak için başka çare yoksa" başvurulabilir.
İşte böyle düşünüyorlar bizim beyaz Türklerin bir kısmı. Tamamı böyledir demek haksızlık olur ama ortada böyle bir gerçek var.
Evet, böyle bir gerçek var ama bununla birlikte Türkiye bütün renkleri ile birlikte yaşamak zorunda olduğu başka bir gerçek de var.
Ne Demirel gibi ‘başını örtmek isteyenler Suudi Arabistan’a gitsin’ diyebiliriz ne de ‘bu beyaz Türkler Paris’e gitsin’. Ne Rum vatandaşlarımızı Yunanistan’a, ne Ermeni vatandaşlarımızı Ermenistan’a. Bu topraklarda birlikte yaşayacağız. Ama didişerek ama birbirimizi anlayarak. Faturayı hep beraber ödemek kaydı ile.
‘Beyaz Türklerin’ rahatsızlıklarını, bu güne kadar korudukları sosyal ve ekonomik statülerinin ayaklarının altından kayması şeklinde yorumlamak mümkün. Bu rahatsızlığı başörtülü birisi ile karşılaştıklarında ‘ayol Nişantaşı’na bile geldi bunlar’ ifadesi çok iyi özetliyor. Hayatı paylaşmak istemiyorlar.
Bu rahatsızlığın dışında bir de korkular var. Evet, gerçekten korkuyorlar. Bir gün gelip bizi kesecekler diyenlerin hepsi sahtekâr değil. İki sebepten böyle bir korku mevcut.
Birincisi; birileri sürekli bu korkuları pompalıyor. Psikolojik harekât yürütüyor. Okudukları gazetelerin sırası ile Hürriyet, Cumhuriyet ve Vatan olduğunu düşündüğünüzde böyle bir ilizyonun içine rahatlıkla girilebileceğini anlayabiliriz.
İkincisi ise ‘bazı’ dindar kesimin, dindarlıkla alakası olmayan kaba, görgüsüz ve agresif davranışları. Bir rövanş söylemi içine girmeleri. Okudukları gazetelerin de ötekini sürekli düşman gösterme çabası. Öbür mahallenin medya iz düşümünü bu mahallede de bulmak mümkün.
Böyle bir Türkiye’de yaşıyoruz maalesef. Mahallelere ayrılmış bu ülkede medya üzerinden her gün karşı mahalleye top atışı var. Bir de içeriden daha iyi bilgi alıp daha iyi bombalamak için medya transferleri var ki sormayın gitsin. ‘Bu yaz şenlikli geçecek’ diyor transferi yapan yayın yönetmeni.
Medyaya istediği gibi bu toplum ile oynama gücünü veren de mahallelerin birbiri ile temas noktalarının son derece az olması ve içine kapanık yaşamaları. Ben buna site hastalığı diyorum.
Hayatı yüksek duvarlar ile bir sitede geçen birini düşünün. Site güvenliği kendisini site dışından gelecek kötülüklere karşı korur. Zaman içerisinde sitenin dışı kötülüklerin kaynağı olarak görülmeye başlar. Hayatı okuluna sitenin içinden servisle dış dünyaya karışmadan, kendisi gibi seçkinlerin okuduğu özel okuluna giderek, Akmerkezlerde alış veriş yaparak, yazlığında kendi gibiler ile tatilini geçirerek geçmektedir. Hayat site içindekiler ve dışındakiler olarak yani bizim gibiler ve ötekiler olarak bölünmüştür.
Hayatı kendi seküler veya dini cemaati içinde veya kışlada tel örgüler içerisinde geçmiş bu kişilerin ötekiyi düşman algılamasına ben site hastalığı diyorum.
Böylelikle birileri istediği gibi korkuları toplumun içine enjekte imkânı bulabiliyor.
Sonuçta ne oluyor? Toplum gerildikçe geriliyor. Birilerinin istediği gibi manipüle edilebiliyor.
Milletçe kızlarımız ve oğullarımız farklılıkların düşman olarak görüldüğü ötekinin dışlandığı bir Türkiye’de yaşamanın faturasını çatışarak ödüyorlar.
2009 yılı Türkiye’sinde bir Türk filmi böyle bitiyor maalesef.

Erkam Tufan Aytav
11 Haz. 09

Kiçine şehit babasına kavuştu…

Kiçine şehit babasına kavuştu…

Telefonda İbrahim Bey ‘Abi Kiçine vefat etmiş’ deyiverdi.
Deme ya! derken gözümde yaşla birlikte içime de bir hüzün salındı.

Demek Kiçine vefat etmişti! Kendisi de annesi de kurtulmuştu aslında. Tabii anne yüreği bunu ne kadar kaldırırdı orasını Allah bilir.
***

1993 yılıydı. Kırgızistan’ın Isıkgöl eyaletinin Karakol ilçesinin Aksu kasabasının bahçesinde Kırgızistan ve Türkiye bayraklarının dalgalandığı bir okul vardı.

Bu okul kuruluşunun üzerinden bir yıl gibi çok kısa bir süre geçmesine rağmen bütün eyalette adını duyurmuştu. Çünkü kahraman ve fedakâr müdürleri, öğretmenleri ve belletmenleri vardı.

Anaokulundan bozma bu okulun şartları hiçte iç açıcı değildi. Okulun zemininde yer yer çökmeler olurdu. Çerçevelerin hali ise pek perişandı. Kışlar da çok çetin geçerdi orada. Soğuktan camların buz tuttuğu, kalorifer boruların patladığı çok olurdu.

Türkiye’de yaşanan ekonomik krizler sebebi ile okulun ihtiyacı olan para da bir türlü gelmiyordu. Öyle günler olmuştu ki parasızlıktan doğru dürüst yemek malzemesi alınamazdı. Bu sebeple okulun aşçısı yaptığı yemeği beğenip yemez evinden yemek getirirdi. Kolhozdan gelen malzeme ile her gün patates ve makarna pişerdi. Ama okulun kahraman öğretmenleri bunları hiç problem etmez, aşkla şevkle hizmet etmeye devam ederlerdi.

Okula Karakol şehrinden, iki tarafı ağaçlarla sıralı ince uzun bir yoldan 30 km kat edildikten sonra ulaşılırdı. Yolun sağında ve solunda Aytmatov’un romanındaki Cemile’nin çalıştığı tarlalar gibi tarlalar vardı.

İsmail Sallı işte o okulda İngilizce öğretmenliği yapan kahraman öğretmenlerden bir tanesiydi. 25 yaşlarında, bir ayağı aksak, gözlüklü sarışın bir arkadaştı.

Onu ilk kez 5 yaşındaki oğluyla birlikte Bişkek’teki okulun bahçesinde görmüştüm. Türkiye’den henüz gelmişlerdi. Bir elinde valizi bir elinde de oğlu vardı. Oğlunun adı da kendisi gibi İsmail’di. O da babası gibi sarışındı. Afacan mı afacan, sevimlimi sevimli bir çocuktu.

İsmail Bey kötü bir evlilik yapmış ve eşinden ayrılmıştı. Mahkeme her nasılsa çocuğu annesine değil de babasına vermiş. O da İsmail’inin elinden tutup Kırgızistan’a hicret etmişti.

Küçük İsmail kısa zamanda Isıkgöl’deki okulun maskotu olmuştu. Lakabı Kırgızcada küçük anlamına gelen Kiçineydi. Kiçene aşağı, Kiçine yukarı. Artık neredeyse adını kullanmaz olmuştuk.

O hepimizin Kiçinesiydi. O Kırgızistan’ın ‘en kiçine muhaciriydi’. Okulun neşesi olmuştu. Okulun Kırgız aşçı kadınlarına teyze anlamına gelen ece denirdi. Kiçine ecelerini çok severdi, eceleri de onu. Kiçine’nin en büyük zevklerinden biri de okulun etrafında otlayan koyunları sevmekti.

Babası Kiçine’nin yegâne varlığı idi. O kadar ki sabah kalkar kalmaz babasını sorardı. Bir an olsun yanından ayrılmak istemezdi. Derslere bile babasıyla girmek isterdi. Baba ve oğul bir bütünün iki parçası gibiydi.

Günlerden bir gün, bir akşamüstü Bişkek’teki okulun bahçesindeyken Isıkgöl’den bir acı haber geldi. Bu gelen haber Kiçine’nin kaderi için bir dönüm noktası, yaşayacağı zor günlerin ise başlangıcıydı.

Şehirden okula giden iki yanı ağaçlarla çevrili o uzun yolda öğretmen arkadaşlar trafik kazası yapmışlardı. Arabayı Kiçine’nin babası İsmail Bey kullanıyordu. Kiçine her zaman olduğu gibi babasının yanındaydı. Ayrıca arabada okulun müdürü ve bir belletmen arkadaş daha vardı.

Karşıdan gelen şoförü sarhoş bir araba onları sıkıştırmış, onlarda kontrolü kaybedip yanlardaki ağaçlara çarpmışlardı.

Kaza esnasında İsmail Bey vefat etmiş, Kiçine arabanın içinde savrulmuştu. Diğer arkadaşlar da yaralı idi.

Bişkek’ten yola çıkıp altı saat sonra hastaneye vardığımızda okulun bütün öğretmenleri oradaydı. Herkes bir köşede yüzler bir karış, derin derin düşünür vaziyetteydi.

İsmail Bey morga kaldırılmış, Kiçine ise yoğun bakımdaymış, diğer iki arkadaş ise hafif yaralı kazayı atlatmışlar.

Üç, dört gün içinde Kiçine yoğun bakımdan çıktı. Şuuru açıldı. Ancak beyni arabadaki savrulmadan dolayı ciddi hasar görmüştü. Beyni su topluyordu. Uyanır uyanmaz babasını soracaktı. Ne diyecektik bilemiyorduk? Baban öldü nasıl derdik?

Kiçine gözlerini açtı. Ama o korktuğumuz soruyu sormadı. Niye sormadı hala anlamış değilim. Belki de her şeyi anlamıştı da sormaya çekinmişti. Bilemiyorum. Hayatımın en acı günlerinden biriydi o gün. Ancak benim acım Kiçine’nin acısından yanında neydi ki? O küçücük kalbinde kim bilir neler hissediyordu?

Rahmetli İsmail beyi okul müdürü bizzat yıkadı ve cenaze namazı kılındı.

Ailesinin isteği üzerine İsmail Beyin cenazesi yanında Kiçine olduğu halde, öğretmen arkadaşların refakatinde İstanbul’a gönderildi.

“En kiçine muhacir” babasının elinden tutarak geldiği Kırgızistan’dan bu sefer öğretmen ağabeylerinin elinden tutarak hiç konuşmadan, boynu bükük ve yetim ayrılıyordu.

İsmail Bey memleketi olan Afyon Sandıklı’nın bir köyünde defnedildi. Kiçine de annesine teslim edildi.

Öğretmen ağabeyleri Kiçine’nin sağlık problemleri ile yakından ilgileniyordu.

Kazanın sonucunda beyni sürekli su topluyor ve başı büyüyordu. Hafızasında da problem oluşmuştu. İstanbul’da yapılan bir ameliyatla kafasının içerisine şant takılmıştı. Ne kadar Nöroşurirji uzmanlarına gösterildiyse de sağlığına kavuşamadı.

Yıllar önce köyüne ziyaretine gittiğimde babasını soracak diye yüreğim ağzıma geldi ama babasını yine sormadı. Kendi hayal dünyasında babasını nereye göndermişti, yokluğunu nasıl çözmüştü bilemiyorum.

Ama Kırgızistan’da okulun yanı başında otlayan koyunları hatırlıyordu, bir de ecelerini.
***

Telefonda okulun kahraman öğretmenlerinden İbrahim Bey
‘Abi Kiçine vefat etmiş’ deyiverdi.
Deme ya! derken gözümde yaşla birlikte içime de bir hüzün salındı.

Gözümde bütün yaşananlar canlandı.

Kazanın üstünden 15 yıl geçmişti. Kiçine 20 yaşında acı dolu hayatına gözlerini yummuş, çok sevdiği babasına kavuşmuştu…

Erkam Tufan Aytav
22 Eyl. 08

Cenk Koray’ın aramızdan ayrılışının 8 yılında

Cenk Koray’ın aramızdan ayrılışının 8 yılında
Vefalı bir insana vefa duyguları ile…

Eğitim kahramanlarına gönlünle ve kaleminle sahip çıkmanı unutmam mümkün değil.


Cenk abi

İlk kez nasıl tanıştığımızı hatırlamıyorum. Hafızam bu konuda bana yardımcı olmuyor. Ama iyi hatırladığım bir şey var ki senin diyaloga açık ve sempatik kişiliğin sayesinde aramızda öyle bir dostluk kurulmuştu ki hafta geçmez birbirimizi arardık.

Aklıma geldiğinde gülmekten kendimi alamıyorum, hatırlarmısın bir gün Gazeteciler ve Yazarlar Vakfına gelmiştin. Sohbet ederken telefonun çalmıştı da duyduğun haber karşısında yaptığın hareketleri- burada yazmayacağım- ama çok keyiflendiğin muhakkaktı. Telefonla gelen haber Fenerbahçe’nin Pendik Spora yenilip Türkiye kupasından elenmesiydi.

Hasta Beşiktaşlıydın. Gazetedeki ofisinde kütüphanene dayalı duran bir fotoğrafın dururdu. Fotoğraftaki halin dillere destandı. Fotoğrafında; şaşkın bakışların, büzülmüş ağzın ile kabahat işlemiş bir çocuk edası vardı. Bu fotoğrafın Fenerbahçe’nin Beşiktaş’a gol attığı anda tribünde çekilmişti.

Akşam gazetesindeki odanda birlikte çay içer sohbet ederdik. Çoğunlukla da dini konularda konuşurduk. Tabiî ki futbol da sohbetlerimizin değişmez konusu idi. Bana Galatasaraylı olmana rağmen seni seviyorum diye devamlı takılırdın.

O yıllar vakıfta haftada bir 50/60 kişinin davet edildiği diyalog platformu sohbetleri düzenliyorduk. Hatırlarsan 8 Haziran 1999 Salı günkü konuşmayı sen yapmıştın. Konu başlığın Allah ve İnsan’dı. O sohbetinden aklımda kalan ‘ben Allah’a inanmıyorum, ben Allah’ı biliyorum’ sözün oldu. Allah’a olan imanının ne kadar güçlü olduğundan bahsetmiştin.

Hep milletimizin Orta Asya’da açmış olduğu okulları görmek istediğini, birlikte ne zaman gideceğimizi söyler dururdun. Bir fırsatını bulmuş beraber Türkmenistan’a ve Tataristan’a gitmiştik.

Türkmenistan’a gittiğimiz tarih 20/23 Şubat 1998’di. Gezi ekibimizde o günlerde Sabah gazetesinde yazan Zeynep Göğüş ve Le Monde gazetesinden Nicole Pope’da vardı. Okullardaki Türk bayraklarını görünce gözlerin yaşarmış ve ağlamıştın. Defaatle öğretmenlere sarıldığını hatırlıyorum. Tabi gezi boyunca hep ağlamamıştın, bizleri gülmekten kırıp geçirmiştin de.

1999 yılında medyada Fethullah Gülen ve sevenlerinin aleyhine büyük bir iftira kampanya başlatılmıştı. Hatırlarsan o günler tam bir cadı kazanı idi. Bir gün Gazeteciler ve Yazalar Vakfında otururken telefon çaldı. Telefondaki ses sendin. ‘Neler olup bitiyor’ diye endişeli bir ses tonu ile sormuştun.

Abi oturup konuşmamız lazım, müsait misin dediğimde Beşiktaş Kulübündeyim hemen atla gel demiştin.

Kulübün giriş kapısında beni bekliyordun. Hemen konuya girdik. İftira kampanyasını bütün yönleri ile sana anlatmıştım. Büyük bir dikkatle dinlemiştin.

Duruma çok üzüldüğünü ve ‘ben de zaten medyanın bu saçmalıklarına inanmamıştım, ama maalesef çevremde inananlar var’ dediğini hatırlıyorum.

Ve arkasından da şunu söylemiştin; bana düşen bir şey var mı?

Ben de abi kalemini kullan. Bildiklerin doğruları anlat demiştim. Özellikle vurgulanmasını arzu ettiğin bir husus var mı diye sorduğunda ise ‘abi sen her şeyi biliyorsun, bildiklerini olduğu gibi yaz. Birilerinin mertçe bunları yazması lazım dediğimde; sen merak etme, bugünler geçecek diye teselli etmiştin. Sonra birlikte kulübün müzesini gezmiştik, bir Galatasaraylı olarak şaka yollu takılmıştım; ‘yahu Beşiktaş’ın kurulalı nerede ise 90 yıl oldu, bu kadarcık mı kupalarınız diye’

Fethullah Gülen Hocaefendi ile görüşmeyi, sohbetinde bulunmayı çok istiyordun. Nasip olmuş birlikte Hocaefendinin ziyaretine gitmiştik. Ziyaret esnasında nasıl büyük bir edep ile Hocaefendinin sohbetini dinlediğin ve ayrılırken Hocaefendiye nasıl sarıldığın hala gözlerimin önünde. Çünkü o sıra ben arkandan sizin sarılmanızı seyrediyordum. Yaşlı gözler ile Hocaefendinin omuzlarına başını yaslamıştın. Teselliye ihtiyacın vardı. Çünkü çok yaralı idin. Oğlun yakın zamanda kucağında vefat etmişti. O senin hayatta yegâne varlığındı. Bu ölüm seni çok sarsmıştı.

Hocaefendi ile sohbet esnasında oğluna yazmış olduğun yürek yakıcı makaleyi bir arkadaşımız yüksek sesle okumuştu. Hep birlikte gözyaşları ile dinlemiştik.

Sizin hiç canlı canlı kolunuzu kestiler mi?
Hiç elinizi uzattınız mı ocakta yanan ateşin üzerine?
Demir tokmakları, başınıza başınıza
indirdiler mi iri yarı adamlar?
Gözü dönmüş birileri kırdılar mı parmaklarınızı?
Tel örgülere takıldı mı sırtınız yerlerde sürünürken?
Demir bir çubuk boğazınızdan girip
boynunuzun arkasından çıktı mı hiç?

işte bunların hepsi bir anda, benim başıma geldi.
19 yıl babalık etmeye çalıştığım, Allah'ın bana emaneti,
canım, gülüm, hayatım, her şeyim, bir tanem,
sebeb-i hayatım, evladım, oğlum Nihad, 3 dakika içinde
yok olası kollarımın arasında ölüp gitti.
Yapacak hiçbir şeyim yoktu.
Kapının camı şahdamarını kesmişti.
Fıskiye gibi kan fışkırıyordu. Kan fışkırıyordu,
umutlarım, istikbalim, hayatım yerlere dökülüyordu.
Bana yakın durması gereken ölüm, beni ölmeden öldürüyordu...

Artık yaşamak canımı sıkmaya başladı.

Ve yazının sonunda da o şefkatli baba yüreğin ile şöyle diyordun;

‘Ya Rabbi
Ben oğluma bugüne kadar hiç hık demedim
Sen de deme’

Bu kısmına gelince başta Fethullah Gülen Hocaefendi olmak üzere hep beraber gözyaşı dökmüştük.

Daha sonra Prof. Dr. Kemal Karpat, Harun Tokak, Akkan Suver, Nuh Gönültaş’ta ile birlikte 29 Haziran/3 Temmuz -2000 tarihlerinde yolumuz Rusya Federasyonundan Tataristan’a düşmüştü.

Havaalanında buluştuğumuz anı hatırlıyor musun? Yola çıkarken bilet ve pasaportlar bende idi. Alanda beni görür görmez elinde Hürriyet gazetesi bağıra bağıra yanıma gelmiştin. Çocuklar gibi sevinçliydin. Gazeteyi gösterip; ‘bak bak okullar ile ilgili güzel bir haber var gördün mü? Dışişleri bakanlığı büyükelçilerden okullar hakkında rapor istemiş, bütün büyükelçiler de olumlu rapor yazmışlar, bu müthiş bir haber’ demiştin. Bu güzel haber ile oldukça neşeli başlamıştı yolculuğumuz.

Gezi boyunca her zaman olduğu gibi gene herkesi gülmekten kırıp geçirmiştin. Hep neşe kaynağı idin. Sayende çok zevkli bir gezi yapmıştık. Orada yapmış olduğun muziplikleri burada yazmayacağım, aramızda kalsın.

Doktor, kalbin ile alakalı sana çok dikkatli olmanı, heyecan yaşamaman gerektiğini ve ilaçlarını kesinlikle aksatmamanı söylemişti.

Sen de beni sıkı sıkı tembihlemiş, aman ilaçlarımı unutursam sen bana hatırlat demiştin. Tataristan’dan Çuvaşistan’a geçmiştik. Oradaki okulun bilgisayar laboratuarında bilgisayar eksik olduğunu görünce Türkiye’ye dönünce çevrenle bu konuyu halledeceğini söylemiştin. Ancak bunu yapmana ömrün vefa etmemişti. Aramızdan ayrılmana çok az kalmıştı. Bunu ne sen ne de biz biliyorduk.

Volga nehrinde tekne gezisi yapmıştık. Teknede okullarda görev yapan Türk ve Tatar öğretmenler de vardı. Eline aldığın gibi mikrofonu müthiş bir konuşma yapmıştın. Öğretmenleri motive etmiş, bu okulların öneminden, yaptıkları işin tarihi bir misyon olduğundan bahsetmiştin.

Tataristan dönüşü Atatürk havaalanında yapmış olduğun espriyi hala oradan geçerken hatırlar ve gülerim. İstanbul’da 20 kişiyi taramışlar diye telaşlı telaşlı söyleyince bizde heyecanlanmış ve sormuştuk nerede nasıl olmuş diye? Sende hepimiz oltaya geldiğimiz için gayet keyifli bir şekilde; berber kazım taramış panik yapmayın demiştin ve basmıştın kahkahayı.

Ama kahkahan ve neşeli havan havaalanında taksiye biner binmez son bulmuştu. Çünkü taksi şoförü Kemal Sunal’ın vefat haberini pat diye söyleyivermişti. Bu habere çok yıkılmıştın. Arabada sıra bize geliyor dediğini hatırlıyorum. Hemen telefonla yakın arkadaşın Müjdat Gezen’i aramış vefat haberini bir de ona sormuştun.

Kazan’dan 3 Temmuz da dönmüştük. 23 Temmuzda aramızdan ayrılmıştın. Yani 20 gün sonra.

Gezi sonrası Akşam gazetesinde Tataristan’ın başkenti Kazan’da ki okullar hakkında güzel bir yazı dizisi yapmıştın. Yazının başlığı da ‘Orası Kazan Biz Kepçe’ olmuştu.

Temmuzun ikinci haftası bedelli olarak askere gidecektim. Askere gitmeden bir gün önce yolcu etmek bizim eve gelmiştin.

Ölümü ilk seninle fark eden 5 yaşındaki kızıma güzel bir bebek ve çikolatalar getirmiştin. Geç saatlere kadar sohbet etmiş, hizmetlerden, okullardan bahsetmiştik.

Askere gittikten 4 gün sonra yani 23 Temmuz 2000 tarihinde garnizonda televizyondan senin vefat haberini duyunca beyimden vurulmuşa dönmüştüm. Daha 4 gün önce beraberdik.

55 yaşında dostlarına Allahaısmarladık bile diyemeden aniden çekip gittin.

Erdem Beyazıt’ın şiirinde dediği gibi ‘ne vardı ölecek, yaşayıp gidiyorduk işte’.

Cenk abi ne çabuk geçti 8 yıl.

Eğitim kahramanlarına gönlünle ve kaleminle sahip çıkmanı unutmam mümkün değil.

Allah mekânını cennet eylesin.


Erkam Tufan Aytav

21 Temmuz 2008

Yiğidim Aslanım Orada Yatıyor

Yiğidim Aslanım Orada Yatıyor

Adem Öğretmenin Allah’a yürümesinin seneyi devriyesinde…

1286 yıl sonra Moğolistan’da ki Tanyukuk anıtlarının yakınına bir başka anıt daha dikildi. O anıtın üstünde şunlar yazıyordu.

Adem gibi ata, can kadar Tatlı
Hizmet için dağlar aşmış kıratlı
Şimdi bir Fatiha bekliyor bizden
Bu da kul olmamın ilk şartı

Yaşamın hizmetti, ölümün hizmet
Tüm dünya arkadan seni etti met
Kanatlan şehidim meydan senindir
Kapılarını açmış bekliyor cennet.

10.03.1967/ 24.08.2006

***

Moğolistan’ın Orkun Havzasında ve Nalayh şehri yakınındaki Tonyukuk Yazıtları İslam öncesi Türk toplumuna ait en önemli eserlerden biri hatta ilkidir.

Yazarı Bilge Tonyukuk; Bilge Kağan'ın kayınbabası ve baş bilicisi yani baş veziridir.

Bu anıtı ihtiyarlık devrinde MS. 720 yılında diktirmiş ve üstündeki yazıları da kendisi yazmıştır. Bilge Tonyukuk taşlarda toplam 62 satırla Göktürklerin, Çin esaretinden nasıl kurtulduğunu, kurtuluş savaşının nasıl yapıldığını anlatır. Baştan sona yapılan kahramanlıkları destanlaştırır.

Bilge Tonyukuk bütün bu kahramanlıkları yazarken bilemezdi tabi ki yıllar sonra o kahramanlıkları gölgede bırakacak, yanı başına başka bir anıtın daha dikileceğini.

1286 yıl sonra ve hem de 15 km uzağına.

***
Kitabelerin 1. taşı doğu yüzünde Bilge Tonyukuk ‘Türk Boyu yine karışıktır, Oğuz’u yine sıkıntıdadır, o sözü işitince gece yine uyuyasım gelmez idi, oturasım gelmez idi’ diyor. Ve orduları harekete geçirdiğini söylüyor.
Aynı Âdem öğretmen gibi. Âdem öğretmenlerden oluşan eğitim ordusu gibi.
‘Bir bilge zatın’ bütün dünyaya, bütün insanlığa İslam’ın güzelliklerini gidin anlatın, insanlığa sevgiyi ve hoşgörüyü götürün, gidin ve dönmeyin demesi karşısında valizini alıyor, eşinin ve çoğunun elinden tutuyor, Moğolistan bozkırlarına gidiyor.
Ama o sadece Oğuz boyu için değil bütün insanlık için yola çıkıyor.
Üstelik dönmemek üzere.
Âdem öğretmenin toprağa düştüğü Nalayh şehrinde, 2001 yılında yapılan kazılarda Göktürk Devleti yöneticilerinden Bilge Kağan’ın mezarı bulunmuştu. Kabrinden 2000’den fazla paha biçilmez eşya, altından yapılmış tacı, kemeri, kullandığı kap-kacak ve süs eşyaları çıkarılmıştı.

Âdem öğretmen ise Bilge Kağan’ın hemen yanı başında sadece kefeni ile yatıyor.

Geride adanmış bir hayat bırakarak.

***

Bir gün ölüm üzerine konuşulurken, birden heyecanla eşi Aysel hanımın ellerine sarılmıştı, ‘eğer burada ölecek olursam, sakın ha beni götürmeye kalkmayın, sadece dirimle değil ölümle de buraya ait olmak için geldim. Bizde bu inanç için çıkılan yolda bir daha geri dönmek olmaz’ demişti Adem öğretmen. Heyecanı, sesindeki titreme ile Aysel hanım’ı hayretler içinde bırakmıştı.

Bu konuşmanın üzerinden çok geçmeden Darhan şehrindeki okulun eksiklerini tespit etmek için çıktıkları yolda trafik kazası geçirmiş, hizmet için çıktığı yolda koşmuş, koşmuş ve nihayet Allah’a yürümüştü.


***
İçim yanıyor hocam demişti eşi Aysel Hanım telefon görüşmesinde Hocaefendiye.
-‘Hepimizin içi yanıyor evladım, senin hayat arkadaşın bizim canımızdı.
-Hocam! Âdem, cenazemi Türkiye’ye götürürsen hakkımı helal etmem demişti. Ne tavsiye edersiniz?
-Ben arkadaşlara gerekeni söyledim. Âdem bey bizim bayrağımızdır. Orada kalacak, bizim ve gelecek nesillerin iftihar kaynağı olacak. Orada kabriyle hizmete devam edecek. İstanbul’da Eyüp Sultan ne ise Moğolistan’da Âdem Bey odur’ demişti Hocaefendi.
Böyle bir iltifata mazhar olmuştu.
Ona kabirde kefeninden başka ne lazımdı ki? Aguşunu açmış Eyüp Sultan bekliyordu onu.
Eyüp Sultan Medineli idi. Allah’ın sevgilisini misafir etmişti. Ama her ne kadar şeceresi Ensari olarak geçse de o aynı zamanda muhacirlerdendi. İstanbul’a yaşlı ve hasta hali ile atının sırtında gelmişti. ‘Ne güzel asker’ iltifatına mazhar olmak için.
Âdem öğretmen de hicretin yolunu tutmuştu. Ülkesinden binlerce kilometre uzaklarda bozkırın ortasında yatıyormuş ne gam. O Eyüp El Ensarilerin saffına karışmıştı.
***
Yıllar önce Fethullah Gülen Hocaefendi’nin İzmir Bozyaka’da ziyaretine gittiğimde yakınında bulunan dostlar odasındaki tahta bavulunu göstermişlerdi. Üzerinde sarı metal kilidinin olduğu tahta bavulunu. Dünyalık adına neyi varsa işte o bavulun içine koyup Korucuk köyünden o tahta bavulu ile yola çıkmış. Yıllar geçmiş ama o tahta bavulunu hep bir köşede tutmuş, atmamış.
Âdem öğretmen ne ilkti ne son olacak. Âdem öğretmen artık özel isim değil. Arkadan binlerce âdem öğretmen bir elinde bavulları bir ellerinde sevgiden meşalelerle yollarına devam edecekler.
Şimdi Âdem öğretmenlerin ellerinde bavullarla dünyanın dört bir tarafına hicret ettiklerini düşünüyorum da, eğer bu hareketin bir sembolü olacak ise o sembol o ‘Tahta Bavul’ olabilir ancak.
Bu dünyasını bir bavuluna sığdırabilenlerin destanıdır.
***
Âdem hocam; her akşam olduğunda kabrin gözümün önünde tülleniyor. Biliyorum akşam orada Türkiye’ye göre çok erken oluyor. Sen yıldızları daha erken görüyorsun. O karanlıkta, bir tepenin üstündeki kabrini düşünüyorum. Benim gibi mücrimleri de yanına kabul eder misin bilmiyorum.
Ama biliyorum ki sen Moğolistan’ın Eyüp Sultanı olma iltifatına mazhar oldun.
Uzun bozkır gecelerinde abide gibi yatarken, kabrin Makber şairinin dediği gibi;
‘Her yer karanlık pür nur o mevki’.
Allah şefaatine nail eylesin.

Erkam Tufan Aytav
28 Ağustos 2008

Diyarbakır çay ocaklarında neler konuşuluyor?

Diyarbakır çay ocaklarında neler konuşuluyor?

Önceki gün değerli dostum şair yazar Bejan Matur’un davetlisi olarak Diyarbakır’a gitme fırsatı buldum.
Bejan Matur’un şiir ve fotoğraflarla Diyarbakır’ı anlattığı Doğunun Kapısı Diyarbakır adlı kitabının tanıtımı için buradayım. Kültür Sanat Vakfı olarak oldukça değerli bir eser ortaya koymuşlar.
Kitabın tanıtım resepsiyonu vakfın tarihi binasının avlusunda gerçekleşti. Katılım oldukça fazla olmakla birlikte DTP’nin orada bulunmaması oldukça ilginçti.
Bu Diyarbakır’a ikinci gelişim. Daha öncede bir yazımda bu utancımı dile getirmiştim. Surları gezerken bir Diyarbakırlı çocuk beni göstererek turistler gelmiş demişti. Çocuk çok haklıydı. Turist gibiydim, ayıbımı yüzüme vurmuştu. İyi de yapmıştı.
Her gittiğimde Diyarbakır bir gül gibi biraz daha açılıyor ve bana kendisini biraz daha gösteriyor.
Resepsiyonda herkesin ilgi ve sevgi gösterdiği yaşlı bir çift dikkatimi çekti. Hemen tanıştım. Sıtkı amca ile Bayzar teyze meğerse Diyarbakır’ın son Ermenileri imiş. Evet, son Ermenileri, yani ölüp gitseler başka ermeni kalmayacak koca şehirde. Kılık kıyafetleri ve konuşmaları ile tam Diyarbakırlılar. Konuşma esnasında amcanın ‘hay babana rahmet’ demesi var ki bayılırsınız. Konuştukları dil Kürtçe ve Türkçe. Elde de tespih, başta kasket ve bıyık. Süryani cemaatine bağlı Meryem Ana Kilisesinin avlusunda yaşayıp gidiyorlarmış.
Bejan hanımdan öğrendiğime göre 1900’lü yılların başında şehir merkezinin %60 ı gayrı Müslim imiş. İşte şimdi kala kala Ermeniler adına bu yaşlı çift kalmış. Süryani nüfus ise bütün Diyarbakır’da 40/50 kişi kadar olduğu söyleniyor. Tabii Diyarbakır’da yaşayan binlerce gayrı Müslim’in sırf keyfleri için, şehri terk ettiklerini söylemek herhalde imkânsız.
Kaçmak zorunda kalan Ermenilerin mallarına ve topraklarına kimler el koymuş ayrı bir yazı konusu.
Tayyip Erdoğan’ın ‘yıllarca farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu. Bu aslında faşizan yaklaşımın sonucuydu’ ifadesi ile CHP`li Elekdağ’ın, geçmişte etnik kökenleri nedeniyle yurt dışına çıkarılan kimseyi hatırlamadığını ifadesini, mevzu mübadele olsa da buraya yorumsuz yerleştireyim ve bu konuya hiç girmeden Diyarbakır gözlemlerime devam edeyim.
Şehirde çay ocakları halkın nabzını yoklamak için en önemli zeminler. Ama hangi çay ocağına kimler takılıyor önce bunu iyi bilmek lazım. Zira siyasi görüşleri açısından farklı farklı çay ocakları var.
Ben de o çay ocağı senin bu çay ocağı benim gezdim durdum. Sonuçta bol bol çay içip notlar tuttum.
Öncelikle şunu belirteyim ki hangi çay ocağına giderseniz gidin Diyarbakırlı olmanın getirdiği sıcak ev sahipliğini derinden hissediyorsunuz. İkinci ortak paydayı ise bir dokun bin ah işit kâseyi fağfurdan şeklinde özetlemek mümkün. Dertli sölegen olur diye bir söz vardır, aynen öyle.
Bir çay ocağında vatandaşlar ile sohbet ederken ‘konuşmanızda neden dağdakilere terörist demiyorsunuz dikkatimi çekti diye sorudum. Sigaradan bıyıkları sararmış amcanın cevabı oldukça ilginçti. ‘Bu devlet meşru kültürel haklarımızı versin gene terör yapıyorlarsa o zaman hep birlikte terörist diyelim’ dedi. Tabii birde herkesin bir şekilde tasvip etse de etmese de bir yakının dağda olduğunu da düşünmek lazım. Aynı zamanda cibilli bir sahiplenmeyi de hissediyorsunuz.
Peki, dağda öldürülenlerin sünnetsiz çıkmasına ne diyorsunuz sorusuna da cevap hazır; ‘bu tamamen devletin propagandası’. Nasıl yani yok mu böyle bir şey değince de, imam olan akrabasını örnek veriyor. Çatışmada öldürülen PKK’lının cenazesini yıkayan imama devlet adına birileri baskı yapmış, zorla sünnetsiz dedirtmek istemişler. Çay ocağı sakinleri fakirlikten sünnet olamayan pek çok Kürt çocuğunun olduğunu da ekliyorlar. Bu çocukların çoğu askerde sünnet oluyormuş.
Diyarbakır sokaklarında gezen araba plakalarının çoğunun 06 yani Ankara olması dikkatimi çekti. Neden diye sorduğumda devlete yakın gözükme dürtüsü diye cevap aldım. Hemen bir fıkra anlattılar. Ama fıkra müstehcen olduğu için biraz üstü örtülü ve kısa anlatacağım.
Bir gün köye nüfus planlaması ekibi gelmiş. Kocası evde yokken kadına spiral takmışlar. Adam akşam eve geldiğinde kadın olanları anlatmış. Kocası sormuş ne o spiral dedikleri diye. Kadın şu uzunlukta bir tel demiş. Kocası hemen tepki göstermiş ‘eyvah devlet bizi dinleyacak” diye. Günlerce adam karısına ‘yaklaşamamış’. En sonunda canına tak etmiş. Karısının yanına sokularak ‘ne mutlu Türküm diyene’ diye bağırmış.
Şehirde iki dilli hayat başlamış gözüküyor. İlanlar, afişler hep Kürtçe ve Türkçe. Laf geldi çattı TRT Şeş’e; genellikle beğeniliyor. Ama PKK yanlıları; korucu tv veya TRT Şaş diye isim takmışlar. Şaş, yanlış veya şaşı anlamındaymış galiba.
Yolum meşhur Şevket’in çay ocağına da düştü. Daha çok muhafazakâr kesimin takıldığı bir çay ocağı. Müdavimlerinin tahsil seviyesi de epey yüksek. Pek çoğu üniversite mezunu. Eski, dar bir sokakta bulunan bu çay ocağı, oraya takılanların ifadesi ile salaş bir yer. Ama buradan vazgeçemiyorlar. Dar bir merdivenden damına çıkıyoruz. Kuşlar, kediler ve antenler içinde tabureler üstünde sohbete dalıyoruz.
Camında sararmış bir gazete kupürünün yapıştırıldığını görüyorum. Aynen şöyle diyor,
Taraf gazetesi çalışanlarını en kısa zamanda çay içmeye davet ediyoruz. İmza; Şevket’in çay ocağı müdavimleri.
Bu ilanı 2008 de vermişler Taraf gazetesine. Sordum o gün bu gündür gelen yokmuş Taraftan. Diyarbakır’da en çok satan ilk üç gazete Taraf, Zaman ve Sabah imiş. Taraf’ı çok beğeniyorlar. Problemlerimize karşı çok duyarlı, Ahmet Altan bir yönden bize çok uzak olmakla birlikte pek çok muhafazakâra göre bize daha yakın diyorlar. Taraf’ın sıkıntıda, kapanma ihtimali var duyumunu almışlar, eğer kapanırsa burada toplu intiharlar gerçekleşebilir diye espri tonlu üzüntülerini dile getiriyorlar.
Medyanın bir kesiminden ise hiçbir ümitleri yok. Ama muhafazakâr medyadan çok dertliler. Filistin’e gösterdikleri ilgiyi buraya göstermiyor diyorlar. Konuşmalarında ayrıca hem dindar hem Kürt olmalarından kaynaklanan çifte kavrulmuşluk duygusunu da hissediyorum.
Gidebildiğim ve görebildiğim kadarı ile Diyarbakır’da bütün çay ocaklarında ortak söylem;
• Derhal ateşkes, sonra af. Arkasından da hemen kültürel haklar.
• PKK’nın bağımsız devlet talebinden başlayıp, laik demokratik devlet içinde var olma söylemine kadar geldiği, bunu değerlendirilmesi gerektiği.
• Türkiye tarihi bir fırsat yakaladı, değerlendirmeli.
Dinlediklerimden ve izlenimlerimden yazacak daha o kadar çok şey var ki. Ama yazımı burada noktalamak durumundayım.
Söylenenleri aynen aktardım. Yorum sizin.

Erkam Tufan Aytav

Bir ‘Turistin’ gözü ile Diyarbakır

Bir ‘Turistin’ gözü ile Diyarbakır

Diyarbakır havaalanına indiğimde bu şehre ilk kez gelişimin ve bölgenin gerçeklerini uzaktan, sadece medyadan o da yazılan, gösterilen kadar haberdar olduğumun ezikliği içerisindeydim.

Şehirde son bir ay içerisinde iki olay olmuştu. Birinde PKK özel bir dershane önünde askeri araca saldırmış 6 şehit verilmiş, öteki olay ise polis otobüsüne saldırılmış 5 şehit verilmişti. Ama son bir ay içerisinde Diyarbakırlı kaç terörist cenazesi gelmişti onu bilmiyorum.

Hangi ana ister ki oğlunun dağa çıkmasını, biricik evladı, yaşlılığında kendisine bakacak olan göz bebeği oğlunu. Ya katil olacak ya da cenazesi gelecek. Hangi ana yüreği buna razı olabilir!

Yanlış anlaşılmaktan veya bilmem ne sebeplerden korkularak şehit anaların gözyaşlarının yanında evladını dağa, teröre kurban etmiş ananın gözyaşlarını bir türlü görmek istemiyoruz.

Skor ifade eder gibi bizden şu kadar onlardan şu kadar kayıp var hesapları ile insanlığımızdan ne kadar uzaklaşmışız. Kürdü, Türkü hepsi bu ülkenin vatandaşı değil mi? Hepsi vatan evladı değil mi? Bu savaş sürdüğü sürece ya kandırılıp veya dağda öleceksiniz, ya da askerde Mehmetçik olarak. Sonuçta ölüm aynı ölüm, gözyaşı aynı gözyaşı değil mi?

Bejan Maturdan dinlemiştim. Çocukluk arkadaşı PKK tarafından kandırılmış ve dağa çıkmış. Bir çatışmada da ölmüş, annesine söyleyememişler oğlunun vefatını. Annesi yıllardan beri geceleri bahçe kapısını açık bırakıp yatıyormuş, belki oğlu gelir, dışarıda kalmasın diye.

Şehit cenazeleri bütün Türkiye’den kalkıyor. Türkiye’nin muhtelif şehirlerine ateş düşüyor. O şehirlerde tansiyon yükseliyor sonucunda da cenaze törenleri amacını aşarak miting haline dönüşüyor.

Terörist cenazeleri ise Türkiye’nin bütününden değil sadece bir bölgesinden kalkıyor. Bu ise dar bir coğrafyada ve yüksek yoğunlukta cenaze evi demek. Acaba bu cenazeler bu bölgeyi nasıl geriyor, psikolojilerini nasıl etkiliyor diye düşünmeden edemiyorum.

Diyarbakır’a giderken; zihnimdeki bu düşünceler, taze yaşanan olaylar ve yılların bıraktığı terör haberlerinin tortusu bende bir tedirginlik yapmadı değil.

Nasıl bir yere gidiyordum. Diyarbakır benim için sayısını bilemeyeceğim kadar çok bilinmeyenli bir şehirdi. Tarihinden, ekonomisine, yaşanan sıkıntılardan, kültürüne kadar.

Havaalanında ilk dikkatimi çeken polis bankosunun önünde ‘Lütfen doldur boşalt yapmayınız” yazısı oldu. Dikkatimi çeken ikinci yazı ise şehre girerken tarihi surların üzerinde yazan şu yazı; Seni Sevirem.

Dostum şair yazar Bejan Matur’un daveti üzere bir grup gazeteci yazar ile birlikte Diyarbakır’a gelmiştim.

Diyarbakır’da bulunacağım iki gün içerisinde şehir ve bölge hakkındaki cehaletimi kimseye söylemeyecektim. Kimse de anlamayacaktı. Taa ki tarihi surlarda Keçi Burcunu gezerken parmağı ile beni gösteren iki Diyarbakırlı çocuğun ‘bak turistler gelmiş’ diyene kadar. Eyvah dedim fena yakalandım.

İşin gerçeği ben Diyarbakır’a da, Diyarbakır’ın gerçeklerine de turisttim. Kırım’dan göç etmiş bir annenin, Rodos tan göç etmiş bir babanın İzmir doğumlu çocuğu ve bütün hayatı Batı Anadolu’da geçmiş biri olarak Diyarbakır’da yerli turisttim.

Eh! turist olunca tarihi turistik bir mekânda konakladık. Tarihi İpekyolu üzerinden Suriye, İran, Hindistan’a gidecek tüccarlar için yapılmış bir kervansaray. Adı Deliller hanı. Delillerin anlamı rehberlermiş. 572 yılında Diyarbakır’ın 2. valisi Hüsrev paşa tarafından yaptırılmış. 72 odalı, 800 deveyi barındırabilecek kapasitede.

Şehir Anadolu ile Mezopotamya, Avrupa ile Asya arasında doğal bir geçiş yolu, bir köprü görevi yapmış

Bunu şehrin en muhteşem camisi Ulu Camii gezince de anlıyorsunuz. Avlunun dört bir tarafında Şafiler, Hanefiler, Malikiler ve Hambeliler için namaz kılma yerleri var. Her bir mezhep için de ayrı imamı. Ya bu şehir tarihte dört mezhebin cemaatlerinin yoğun yaşadığı bir yerdi. Ya da dünyanın dört bir tarafından gelen kervanların kozmopolitliğine cevap versin diye böyle yapılmıştı. Belki de her ikisi birden.

Şafi bölümünün imamının anlattığına göre 3600 yıllık bir mabet. İnsanın ‘vay canına’ diyesi geliyor. Önce ateşperestlerin mabedi olarak yapılmış, sonra havra olmuş, sonra kilise, sonra da cami. Bu makaleye sığmayacak kadar çok uzun bir hikâyesi var.

Sadece Ulu camiinin değil aslında Diyarbakır’ın bütün hikâyeleri, yaşananları, yani gerçekleri çok uzun. Siz yeter ki dinlemek isteyin.


Bölgenin en büyük gerçeklerinden biri de örgüt, yani PKK. Bir türlü anlayamadığım bir konudur; dinden bu kadar uzak bir terör örgütünün hala bölgede var olabilmesi. Tek izahım denize düşen yılana sarılır atasözü.

Diyarbakırlı Kürt bir dostumun bir sözünü burada aktarmadan edemeyeceğim. Diyor ki; haşa milyonlarca kere haşa, Allah’ın Resulü Efendimiz merkat inden kalksa ve dese ki ‘ben bu İslam dininden vazgeçtim, bu Kürtler vazgeçmez’.

Bölge halkı dine maneviyatına böylesine bağlı bir halk. PKK’nın halka nüfus edememesinde en büyük etkenin din olduğunu düşünüyorum.

Şehirde 27 sahabenin metfun bulunması her şeyi anlatıyor aslında. Bu durum Diyarbakırlılar için bir gurur kaynağı. 27 sahabeyi bağırlarında misafir ediyorlar. Peygamber kabirlerinin de olduğu söyleniyor.

Şehir gezimiz esnasında rehberimize Said Nursiyi soracak oldum.
‘Bak dedi, karşımızdaki Hz. Ömer Camii var ya işte orada Said Nursi 40 gün itikâf yapmış’. Halkın üzerinde büyük itibarı var Bediüzzaman’ın.

‘Çorabın nakışlarında annemin izi var’

Ulucamiinin imamı hemen bize babasının bir hatırasını anlattı. Babası Molla Ali, Bediüzzaman Barla’da sürgünde iken Diyarbakır’dan kalkıp kendisini ziyarete gider. Talebeleri üstadın çok hasta olduğunu ancak 5 dakika kadar yayında kalabileceğini söylüyorlar. Üstat Molla Ali’nin Diyarbakır’dan geldiğini görünce çok memnun oluyor ve ziyaret 2,5 saat sürüyor. Molla Ali ayrılırken Üstada ördürdüğü yün çorabı hediye vermek istiyor. Üstat Diyarbakır’dan gelen çorabı öpüyor, kokluyor ve ağlıyor. ‘Çorabın nakışlarında annemin izi var’ diyor.

Bu hatıra bana Fethullah Gülen Hocaefendinin gurbette Türkiye’nin dört bir yerinden getirdiği toprakları hasretle öpüp koklamasını hatırlattı.

İmam dert yanıyor şafi cemaatin büyük bir bölümü Türkçe bilmiyor Kürtçe de yasak olduğu için halk ne hutbeden ne de vaazdan bir şey anlıyor diyor.

Ulucami önünde çay sohbeti

Bir dokun bin ah işit kâse-yi fağfurdan demişler. Ulucamii önündeki çay ocağında gezi ekibimizden Cengiz Çandar ve Oral Çalışlar ile oturduk. Daha doğrusu oturtulduk. İnsanlar konuşmak istiyor, dertlerini paylaşmak istiyor, adam yerine konmak istiyor, gururu ile oynanmasın istiyor.

Sohbet esnasında dikkatimi çeken iki cümle;
— Devlet Özel harekât birimleri göndereceğine bize şefkat birimleri göndersin.
— Bir komutan bir gün halka yaptığı konuşmada dedi ki ‘size Avrupa’nın en sağlam karakolunu yaptık’. Biz ne istiyoruz komutan neyle övünüyor

Bununla birlikte anladığım kadarı ile yeni dönemde şehre tayin olan gerek valilik gerek emniyet yetkililerinden halkın memnun olduğunu gözlemledim.

Şehirde dikkatimi çeken bir başka şey de esnafın dükkânlarında hala şehit emniyet müdürü Gaffar Okkan’ın ve Özal’ın resimleri var. Bölge halkı çok vefalı. Kendisine samimi yaklaşanları ve hizmet edenleri unutmuyor, bağrına basıyor.

Dedim ya yazımın başında, bu bir turistin Diyarbakır’da kaldığı iki günlük gözlemleridir. Eksiği ile doğrusu ile benim gözlemlerim bunlar.


Erkam Tufan Aytav
17 Eki. 08

Ya dünyanın her yerindesin ya da hiçbir yerinde.

Ya dünyanın her yerindesin ya da hiçbir yerinde.

Gerek Afrika gerek Amerika gibi ülkemizden uzak yerlere yapmış olduğum seyahatlerde uçakta gördüğüm insan manzaraları beni hep etkilemiştir.

Renk renk, nerede ise her çeşit milletten insanlar dünyanın muhtelif yerlerine uçuyorlar. Kimi iş için, kimi eğitim için, kimi misyonerlik için.

Muazzam bir hava trafiği dünyanın etrafında dönüyor.

Peki, Türk insanı bu hava trafiğinde ne zamandan beri var ve ne ölçüde var?

Maalesef son yüzyıl millet olarak topraklarımızın küçüldüğü sonucunda ise içine kapandığımız bir dönem oldu.

Bu dönem dört bir tarafı düşmanlar ile çevrili paranoyası içerisinde geçti, Türk’e Türk’ten başka dost yoktu! Bu dönemi kuşa dönmüş topraklarda darbeler, didişmeler, ötekini dışlamalar, laik anti laik, alevi Sünni, Kürt Türk kavgaları gibi akla ziyan saçmalıklar ile geçirdik.

Çetin Altan ile Afrika’ya bir seyahatimiz olmuştu. Uzun yolculukta saatlerce sohbet etme fırsatımız oldu. O sohbetlerimiz esnasında ona bir soru sormuştum. Dedim ki çocuklarınızı nasıl yetiştirdiniz, nelere dikkat ettiniz?

‘Bak dedi sana baba nasihati vereyim. Ben hiçbir zaman çocuklarımın odasına tek başına Türkiye haritası asmadım. Dünya haritası astım. O dünya haritası hep çocuklarımın odalarında asılı durdu. Ufukları genişlesin ve dünyanın Türkiye’den ibaret olmadığını görsünler istedim.’

Milletimizin dünya ile entegre olmasında bence iki isim önemli paya sahiptir. Biri rahmetli Özal, diğeri ile Fethullah Gülen Hoca efendi.

Rahmetli Özal ile siyah beyaz Türkiye’den dünyaya açık bir Türkiye’ye dönüştük. İş adamlarımızın ellerinden tutup ülke ülke gezdirmişti.

Bunu Fethullah Gülen Hoca efendinin yurt dışı eğitim hamlesi için milletimize ufuk göstermesi takip etti. Eğitimcisinden, işadamına insanımız dünyaya açıldı. Binlercesi göç etti.

Artık dünya seyahat döngüsüne bizim insanımız da girmeye başlamıştı.

Dubai havaalanında elinde valizler ile Türkiye’den gelip Afrika’nın muhtelif ülkelerine gitmek için uçak saatini bekleyen bizden insanlara o kadar çok rastlarsınız ki.

‘Eğitim kahramanları ile çarşının kahramanları’ el ele dünyanın pek çok yerinde ocaklar tüttürüyor. Kenya’sından, Kamboçya’sına kadar.

Ya dünyanın her yerindesin ya da hiçbir yerinde. İnsanımız artık yeniden büyük düşünmeyi öğrendi.

Mehmet Altan ile Tanzanya’da ki okulun terasında bir akşam çay içerken söylediği sözü hatırladım.
‘Küreselleşmeyi bu kadar doğru anlamış, dünyanın dört bir tarafında büyük işler yapan böylesi bir hareket olarak Türkiye de sizinle uğraşan üç beş kişiye dönüp bakmanız sizin için zaman kaybıdır’.

Evet, varsın birileri ‘Eğitim ve çarşının kahramanları’nı anlamasınlar, küçük düşünmeye, çamur atmaya, başlarını kuma gömmeye devam etsinler.

Kendini cüce zanneden dev, bu millet uyandı. Uyandıranlardan Allah razı olsun.

Erkam Tufan Aytav
11 Ocak 08

Tahliye edecek bir vatandaşımız bile yok-tu…

Tahliye edecek bir vatandaşımız bile yok-tu…

Dünyanın herhangi bir yöresinde bir ciddi kriz olsa hemen kulak kesilirim.

Güvenlik probleminden dolayı orada yaşayan yabancılar sıkıntıya girer. Sonra da hemen bazı ülkeler harekete geçer ve o kriz olan ülkedeki vatandaşlarını önce güvenli bir yere toplarlar ve sonra da derhal o ülkeden tahliye eder.

İşte yine bir kriz ortamı var. Bu sefer ülke Çad. Afrika’nın ortasında pek çoğumuzun haritada yerini dahi bulmakta zorlanacağımız bir ülke.

Çad ve Sudan’nın arasında kalan Darfur bölgesinde yüksek kalite ve rezervde petrol bulununca birileri hemen bu iki ülkeyi karıştırdı.

Sudan da ki bahane tarım ile geçinen kabilenin otlarını hayvancılık ile geçinen kabilenin hayvanlarının yemiş olması. Çad’ın karışmasının gerekçesi de yönetime isyan. Demokrasi ve insan hakları için önümüzdeki günlerde bu iki ülke işgal edilirse şaşmayın.

Fransa eski sömürgesi olan Çad’da ki vatandaşlarını hemen güvenlik altına aldı ve tahliyesine başladı. Beraberinde ABD, Çin ve diğer ülkeler de vatandaşlarını tahliye edecekler.

Çin’i duyunca şaşırdınız değil mi? Evet Sadece Çad’da 1.500 Çinli yaşıyor. Bunun şimdilik 210 tanesini tahliye ediyorlar.

Yıllarca bu ve benzeri tablolar beni hep kıskandırmıştır. Ne alaka demeyin.

Büyüt ülkelerin vatandaşları sadece Afrika da değil dünyanın her yerinde varlar. Ticaret yapıyorlar, okul açıyorlar, hastane kuruyorlar. Oralara yerleşiyorlar. İki, üç kuşaktan beri üstelik.

Başımızı kuma gömdüğümüz ve içimize kapandığımız için yıllarca dünyanın hiçbir yerindeki kriz bölgesinde vatandaşlarımızı tahliye etme gibi bir derdimiz de olmadı.

Hiçbir yerde yoktuk.

Böyle gitse idi herhalde ansiklopedi maddelerine bizler için sadece Türkiye sınırları içerisinde yaşayan değişik bir insan türü diye geçecektik.

Şükür ki iş adamlarımız ve eğitim ordumuz dünyanın her yerine gitmeye başladı da artık bizim de tahliye edilecek vatandaşlarımız oldu.

Eğitim gönüllülerimizin yıllar önce Çad’da okullar açtığını duymuştum. Oldukça da başarılı olduklarını biliyordum.

Kriz vesilesi ile durumlarını merak ettim, başlarına bir şey gelmiş mi diye endişe ettim.

Sordum, iyilermiş, bütün okullar ülke genelinde tatil ilan edilmiş. Sokağa çıkma yasağı konmuş. Güvenlik problemi hat safhaya gelmeden ülkeyi terk etmeye hiç niyetleri yokmuş, ancak ülkedeki bütün yapancıların ülkeyi terk etmeleri istenmiş. Bu sebeple geçici bir süre için Çad’ın sınırındaki Gabon’a geçecekler, ülke sakinleşince Çad’a derhal dönüp eğitim faaliyetlerine kaldıkları yerden devam edeceklermiş.

Eğitim gönüllüleri sayesinde artık her yerde millet olarak biz de varız. Ama bir tek farkla sömürmek için değil.

Yeniden büyük ülke olduğumuzu bizlere hatırlattınız. Sizlere minnettarız.

Allah sizleri muhafaza etsin.

Dualarımız sizlerle…

Erkam Tufan Aytav
4/2/2008

Serdar Turgut’un bıraktığı yerden Gülen hareketi

Serdar Turgut’un bıraktığı yerden Gülen hareketi

‘Yurtdışında cemaatin kurduğu okulları görünce cumhuriyet tarihimizde ne kadar da büyük yanlışlar yapıldığını tekrar düşündüm’ diye yazdı Serdar Turgut Akşam gazetesindeki köşesinde.
Sayın Turgut bu yanlışlığı şöyle ifade ediyor; ‘Bugün sivil toplum örgütü olarak cemaatin yapmakta olduğu işi, istese aklına gelse cumhuriyet rejimi de veya laik sivil toplum örgütleri de zamanında yapamaz mıydı diye düşünüyor insan ister istemez’.
Yazısında bunu zihniyet problemine bağlıyor. İşte ben bu yazıda Serdar Turgut’un bıraktığı yerden devam etmek istiyorum.
Nedir bu zihniyet problemi?
‘Gönüllüler hareketi olarak tarif edilen bu hareketin başarabildiğini neden başkaları, yani açarsak laik sivil toplum örgütleri ya da devletimiz yapamamış’?
Bu soruya cevap vermeden önce şunu söylemem gerekir ki beğenin veya beğenmeyin ortada bir başarı var. Toplumumuzun bir kesimi bir araya geliyor, omuz omuza veriyor Türkiye’nin sınırlarının çok ötelerinde, dünyanın pek çok yerinde eğitim işi yapıyor, her gidilen ülkede o ülkenin parmakla gösterilen okullarını açıyor. Türk okulları marka haline geliyor. Söyler misiniz bana ülkemiz sınırlarını aşan, insanların rağbet ettiği dünya çapında kaç markamız var?
Bütün bu başarı üstelik her ‘şeye rağmen’ oluyor. Kendi ülkende suçlu olarak görülmeye, terör örgütü iddiası ile yargılanmaya, okul açılan ülkelere her türlü iftira raporları gönderilmelerine rağmen bir başarı bu.
Ancak bu başarıyı cemaat ifadesi ile çerçevesi çizilmiş bir gruba mal etmek de doğru değil. Bu bir halk hareketidir. Çoğunluğu dindar insanlar olmakla birlikte laik yaşam tarzlı insanlara kadar topyekûn bir halk hareketi.

Biz gene sorumuza dönelim. Serdar Turgut sorusunda ‘laik çevreler’ neden yapamadılar diye sormak ile birlikte ben bu ifadeyi ‘laikçi çevreler’ olarak değiştirmek istiyorum.
Bu soruya en kolay, hiçbir araştırma yapmadan ve zihinsel performans göstermeden ‘ne var canım ABD’nin desteği ile yapılıyor bunlar’ diyebilecek yegâne aydın profili zannediyorum Türkiye’de bulunur.
Neden düşünemediklerini, yapamadıklarını analiz etmeye çalışalım.
Halktan kopuk olma ve sonucunda insanımızı tanımama.
Kurtuluş savaşında varını yoğunu satan, o cepheden bu cepheye koşturmuş bu millet yeter ki inansın, yapamayacağı bir şey yoktur. Tarihimiz buna şahittir. Bahsi geçen kesim halkı küçük gören bakış açısı ile sürekli devlete yaslanma ihtiyacı hissetmiştir. En küçük bir sivil toplum çalışmasında bile devletten veya Avrupa Birliğinden ödenek ve fon almak zorundalardır. Bu hareket bu milletin dişinden tırnağından arttırdıkları ile fedakârlık üzerine yürümektedir. Devletten tek bir kuruş almadan ve tamamen sivil kalarak.
Vizyon eksikliği,
Bir dünya devleti ve döneminin süper gücü Osmanlı geçmişi olan bir milletiz. Bu geçmişi unutursanız hatta inkâr ederseniz batı karşısında hipnoz olmanız daha bir kolaylaşır. Arkasından da ‘bizden adam olmaz düşüncesi gelir.
Topraklarımızın küçülmesi bazıları açısından maalesef zihinlerin ve ufukların da küçülmesini yani vizyon eksikliğini beraberinde getirmiştir.
Bu zihniyet Misak-ı milli sınırları içerisine kendileri hapsetmiş olmaktan gayet mutludurlar. Onların klasik şablonu; üç tarafınız denizlerle çevrili, dört tarafınız düşmanlarla çevrilidir.
Küreselleşmeyi algılama sorunları vardır. Eğitiminden, ekonomiye her şeyin küreselleştiği bir dünyada büyük düşünmek zorundasınız. Bugün ya dünyanın her yerindesiniz ya da hiçbir yerinde. Vizyon sahibi ülkelerin eğitim alanında dünyanın her yerinde oldukları rastlantı olamaz herhalde.
Adanmışlık
Eğer idealist ve adanmış bir ruha sahip değilseniz bu işi gene başaramazsınız. Dünyanın öbür ucuna gidip dönmemek üzere boğaz tokluğuna çalışmayı göze almanız lazım. Yaşatma ruhu ile yaşamayı bilmeniz lazım. Şöhreti ve dünyayı elinizin tersi ile bir tarafa itmeniz lazım. Ee bu da yürek ister. Çiçek pasajında oturup bu milletten adam olmaz diyerek kafa çekmeye benzemez bu işler.
Güvenilir lider
Kahraman Maraş’ı Sengal’e, Bursa’yı Kamboçya’ya, Kayseri’yi Yeni Zellanda’ya entegre edebilecek, inandığı gibi yaşayan, gözü yaşlı, güvenilir lider olmadan da bu iş olmaz.
Allah’ın takdiri
En önemli unsuru en sona bıraktım. Allah’ın takdiri olmadan da bir adım bile adım atamızsınız.
Serdar Turgut’un ifadesi ile ‘Türkiye'ye bu kadar yararlı olabilen bir sistemi Cumhuriyet Dönemi'nde başka bir grubun neden düşünemediği, uygulayamadığını’ zannediyorum anlatabildim.

Erkam Tufan Aytav

Rodos'ta Bayram Sabahı

RODOS’TA BAYRAM NAMAZI


Güller adası anlamına gelen Rodos’a gitmek elbette her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı için heyecan vericidir. 389 sene gibi uzun bir süre Osmanlı hâkimiyetinde kalmış bir stratejik bir ada olan Rodos’u ziyaret elbette ben de heyecan uyandırdı. Üstelik bu üçüncü gidişim olmasına rağmen.

Ancak beni adayı ziyaret eden diğer Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından bir farkım daha vardı. Baba tarafından Rodoslu olmak gibi. Rodosluların ifadesi ile 1522’de ‘Kanuni Sultan Süleyman Efendimiz’ tarafından fethedilmesi ile adaya göçmüş bir ailenin çocuğu olmak, adada hem Osmanlı geçmişimizin hem de aile geçmişimizin izlerini sürmek tahmin edeceğiniz gibi Rodos’a her gittiğimde beni ziyadesi ile heyecanlandırmıştır.

Rodos’ta Osmanlı döneminden kalma çok sayıda eser mevcut. Bugün ayakta kalmış 7 camisi var. Fakat bunlardan sadece bir tanesi ibadete açık. İbrahim Paşa camii. Diğerleri yıllardır restorasyon geçiriyor. AB fonlarıyla restorasyonu tamamlanan camiler ise müze olarak kullanıma açılıyor.

Murat Dede
Murad Paşa Külliyesi açık imaretlerden bir tanesi. Çam ağaçlarıyla kaplı külliyede cami, türbe ve Osmanlı mezarları var. Osmanlı donanması ne zaman Akdeniz’e açılsa Murat Paşa’nın kabrini topla selamlayıp gidermiş. Murat paşa’yı ziyaretimiz esnasında ziyaretçi defterini inceleme fırsatı buldum. Rumca yazılmış yazılar dikkatimi çekti. Bir yunanlı genç ‘Sevgili Murat Dede diye yazısına başlamış ve dileklerini sıralamış. Anlaşılan Murat Paşa sadece Türk cemaatinin değil Yunanlıların da saygı gösterdiği bir şahsiyet. Osmanlı mezarları içerisinde adada sürgün yaşamış Kırım hanlarının mezarlarına da rastlamak mümkün.
Elbette adadaki Osmanlı eserleri ortak hafızamız ve tarihi kimliğimiz adına çok şeyler ifade ediyor. O eserlerin korunması ve yaşatılması hayati öneme sahip. Ancak en az onun kadar önemlisi adada yaşayan Osmanlı bakiyesi soydaşlarımızın kültürel ve manevi iç dünyaları.

Adada bir rivayete göre 2000 bir rivayete göre de 3500 soydaşımız yaşıyor. Bizi adaya gezdiren müzisyen Osman Osmancıkzade’ye 1500 kişilik farkı sorduğumda acı bir tebessüm ile, olsa olsa bu fark Türkçeyi unutmuş, dil unutulunca da Türklük adına bir şeyleri kalmamış bir kitlenin varlığını ifade eder dedi.

Rodos’ta bayram eğlencesi

Soydaşlarımız bir araya gelip Rodos Müslümanları Dayanışma Derneğini kurmuşlar. Güzel bir teşebbüs. Dernek Bayram akşamı Bayram eğlencesi düzenlemişti. Davet ettiler gittik. Büyükçe bir düğün salonu tutulmuş, soydaşlar eşleri ile birlikte gayet şık elbiseler ile eğlenceye gelmişler. Geceye Yunan bir bakanın ve Belediye üst düzey yetkilerinin gelmesi güzel bir manzara idi. Çocuklar folklar gösterisi ile geceye renk kattılar.

Yemekler yenildi, eğlenildi. Ancak bir şey dikkatimi çekti. Gecede çalınan şarkıların büyük bir kısmı Rumcaydı. Çok az Türkçe şarkı çalındı. Nedenini sorduğumda dernek yetkililerinin tercihi olduğunu söylediler. Derneğin başkanı da zaten Türkçe bilmiyormuş. Buyurun cenaze namazına.

Adada Yunanlıların kültürel anlamda bir baskılarının söz konusu olmadığını soydaşlarımız ifade ettiler. Ancak ciddi bir dejenerasyon söz konusu olduğu muhakkak. Bunun en büyük sebeplerinden birinin de Türk okulunun ve kültür merkezinin olmaması.

Soydaşlarımızın kültürel ve manevi dünyalarının ihyası ve idamesi için AB fonları ve Yunan hükümetinin desteklerini beklemek herhalde anlamsız olacaktır. Bu konuda Türk devletinin yapacağı çok şeyler olmalı.

Medeniyetler arası diyalog toplantısı için gittiğim Rodos’ta en güzel dakikalarımı tek açık cami olan İbrahim Paşa camiinde kıldığım bayram namazında ve akabinde bayramlaşmada yaşadım.

Ben bayram namazı için Rodos’un dar sokaklarında hızlıca ilerlerken kadın erkek, çoluk çocuk soydaşlar camiye koşuyorlardı. Herkes bayramlıklarını giymiş ve büyük bir heyecan içerisinde idi.

Cami tıklım tıklımdı. Müftü efendi vaaz ediyor, camilerin kimliğimizdeki yerini hele hele ana yurttan uzaklarda ne anlama geldiğini anlatıyordu.

Asırlarca Türk cemaatinin bir arada kalması için tutkal görevi görmüş bu camii. Hanımlar caminin balkonunda vaazı huşu içinde dinliyorlar ve namaz esnasında dua ediyorlardı. Hep beraber tekbirler getirildi.

Bayram namazında cemaatin içerisinde ünlü simalar da vardı. Hemen arkamda Aydın Doğan, Ertuğrul Özkök, Mehmet Y. Yılmaz, Ahmet Hakan Coşkun ve Fehmi Koru omuz omuza birlikte saf tutmuşlardı. Hep beraber namaz kıldık. Görülmeye değerdi.

Haftalar öncesinden Hürriyet yazarı Mehmet Y. Yılmaz; Aydın Doğan ve Ertuğrul Özkök ile önümüzdeki bayram namazını Rodos’ta kılacaklarını yazmıştı. Bu yazı üzerine de Taha Kıvanç mahlaslı Fehmi Koru Rodos şövalyeleri başlıklı eleştirel bir makale kaleme almıştı.

Aydın Doğan yazarlarını camiye ve namaza götüren patron olarak tarihe de geçmiş oldu.

Aydın Doğan, "Yunanlılar yortularında İstanbul'a gelip Fener'deki âyine katılıyorlar da, biz neden burada ecdat camilerinde bayram namazı kılmıyoruz?" diye Ertuğrul Özkök’e ve Mehmet Y. Yılmaz’a sormuş... fikir bu şekilde ortaya çıkmış. Rodos’ta bayram namazı kılmak ve oradaki duyguları paylaşmak istemişler. Böylelikle Aydın Doğan yazarlarını camiye ve namaza götüren patron olarak tarihe de geçmiş oldu.

Aydın beyin özel uçağı ile Rodos’a gelmişler.

Camiden çıkıldı ve asırların geleneği üzere 200 metre ileride Ahmet Aga Kütüphanesine hep beraber yürüyerek bayramlaşmaya gidildi. Aydın bey bu yürüyüş esnasında büyük bir keyif ile çocukluk hatıralarından bahsetti, amcalarının kendisine el öpünce nasıl demir para verdiklerini anlattı. Anlatırken adeta çocukluğunu tekrar yaşadı. 71 yaşında olduğunu artık yaşlandığını ifade etti. Bu yürüyüş esnasında ilaçlarını yanına almadığı için Aydın beyin zorlandığını gözlemledim.

Kütüphanede toplu bayramlaşma oldu, herkes birbirine sarıldı, eller öpüldü. İkramlar yapıldı. O sırada Sedat Ergin’in arkadan kütüphaneye geldiğini gördüm. Fehmi Koru hemen takıldı camide yoktunuz uyanamadınız galiba diye. Sedat bey de uyanamadığını ancak bayramlaşmaya yetişebildiğini ifade etti.
Bu sefer Özkök müftünün yanında duran Ahmet Hakan’da takıldı. Bakıyorum hiç hocaların yanından ayrılmıyorsun deyince Ahmet hakan’da bugüne kadar benim bütün dostların hep hocalardan oldu diye espriyi patlattı.

Bayramlaşma sonrası kütüphaneden ayrıldık. Aydın Doğan ve ekibi otellerine geçtiler. Biz de Medeniyetler arası diyalog toplantısına kaldığımız yerden devam etmek için yola koyulduk.

Gezi sonrasında Rodos’ta kılmış olduğu bayram namazını değerlendiren Ertuğrul Özkök samimi bir ifade ile köşesinde şöyle yazmıştı;
“HAFIZAMI yokluyorum. Son defa bir bayram namazını ne zaman kılmıştım? Belki de şöyle sormak daha doğru olur.
Cenaze namazları dışında son defa ne zaman namaz kılmıştım? Şimdi tam hatırlayamıyorum. Ya orta iki, ya da orta son sınıfta olmalı.
Demek ki 40 yıldan fazla olmuş.
Kırk küsur yıldan sonra bugün ilk defa bir bayram namazını kılmış olacağım.”

İnsan düşünmeden edemiyor. Medeniyetler arası diyalogun, öteki medeniyetler ile ilişkiye geçmenin, anlamaya çalışmanın gündemde olduğu bir dünyada aydınlarımızın kendi medeniyetleri ile de diyalog kurmaya başlaması, “Dedelerimizin gençliğinde namaz kıldığı camilerde bir bayram namazı kılmanın bana ne tür duygular yaşatacağını merak ediyorum” diyerek cami ile cemaat ile kaynaşması ne kadar güzel.

Ne kadar özlemişiz…

Erkam Tufan Aytav
15 Eki. 07

Nedendir acaba bu milletin Osmanoğullarına bu kadar hürmeti?

Nedendir acaba bu milletin Osmanoğullarına bu kadar hürmeti?

Rivayete göre; Osman Gazi bir gece Şeyh Edebâlî’nin ziyaretine gider. Vakit ilerleyince şeyhinin evinde misafir kalır. Istirahat etmek için bir odaya çekilir. Tam yatmak üzereyken rafta gözüne Kuran-ı Kerim ilişir. Saygısından yatamaz. Kuran’ı alır okumaya başlar, sabaha kadar tam 6 saat Kuran okur.

Sabah ezanına doğru elinde Kuran uykuya dalar. O esnada bir rüya görür. Rüyasında kendisi Şeyh Edibali’nin yanında yattığını görür, Edibali’nin göğsünden bir hilal doğar, hilal yükseldikçe büyür ve dolunay haline gelir ve sonra kendi göğsüne girer. Daha sonra göğsünden bir çınar ağaçı büyümeye, yükselmeye başlar. Çınar ağacı o kadar büyür ki dallarının gölgesi bütün dünyaya kaplar.

Osman Bey rüyasını Şeyh Edibali’ye anlatır. Edibali de şöyle yorumlar; ‘oğul Osman Hak Taala sana ve soyuna hükümranlık verdi mubarek olsun. Kızım Malhun Hatun senin helalin olsun der.’ Allah o gece uyumayıp Kuran okuduğu 6 saate bedel soyuna 6 asır hükümranlık vermiştir.

Bu rüyayı neden yazdığımı anlamışsınızdır. Sarayda doğan son şehzade Ertuğrul Efendi böbrek ve solunum yetersizliğinden önceki gün vefat etti. 7 asır önce görülen bir rüya ile başlayan bir hanedanın son temsilcisiydi.

Naaşı dedelerinden Sultan Ahmet’in yaptırdığı Sultanhmet camiinden kaldırılacak. Ardından da gene dedeleri Sultan İkinci Mahmud, Sultan Abdülaziz, ve 2. Abdülhamit’in yanına defnedilecek.

Osmanoğulları hanedanı bu milletin gönlünde silinmez bir iz bırakmıştır. Hem de eğitim sistemimizde o kadar kötülenmesine rağmen. Eskiyi unut yeni yolu tut denmesine karşılık bu millet Osmanoğullarını unutmamıştır. Siyasetin ve ideolojinin eli milletin kalbine uzanamamıştır.
Medyamız bu sefer milletimizin hissiyatı ile paralel yayın yaptı ve Ertuğrul Efendi’nin vefat haberini birinci sayfalarından verdi.
Ertuğrul Efendi’nin vefatı ile Fethullah Gülen Hocaefendi de bir taziye yayınladı. Taziyesi aynen şöyleydi;
“Kaderleri milletimizin kaderiyle birleşen asil bir ailenin mensubu olarak dünyaya gelmiş, sırtında şanlı bir geçmişi taşımanın gerektirdiği temkin ve teyakkuzla hayatını idameye çalışmış, gurbet içinde gurbet yaşasa da milletini ve onun devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti Devletini rencide edecek davranışlardan itinayla uzak durmayı milletine karşı bir vefa borcu bilmiş, kıymetli insan Ertuğrul Osman Osmanoğlu Beyefendi'nin vefat haberinin teessürü içindeyim. Merhuma Allah (cc)'dan rahmet ve mağfiret diler, Osmanoğullarına, merhumla aynı kaderi paylaşan muhtereme eşleri Zeynep Osmanoğlu Hanımefendiye ve tüm sevenlerine taziyelerimi arz ederim.”

Bu ramazanda gördüğüm en güzel şeylerden biri de Kültür Bakanlığının İstanbul’da bulunan Osmanlı hanedanına ait türbelerin onarımını bitirip ziyarete açması oldu.
Ben de fırsatı kaçırmadım tabii ki. Tek tek ziyaret ettim, dualar okudum. Ziyaretim esnasında dikkatimi çeken halkın hanedan türbelerine olan ilgisi oldu. Türbelerin içi tıklım tıklımdı.
Bir Evliyaullah türbesine girer gibi büyük bir edep ve hürmetle insanlar içeriye giriyor, dualarını ediyor ve saygı ile huzurdan ayrılıyorlardı. Sadece sultanın sandukasına değil, eşlerinin ve çocuklarının sandukalarına da o saygıyı gösteriyorlardı.
Türbeden çıkarken birden aklıma geldi, Atatürk’ü ve Özal’ı saymazsak Cumhuriyet dönemi cumhurbaşkanlarımızın kabirleri de böyle ziyaret ediliyor muydu acaba?
Mesela 1984 gibi çok yakın bir tarihte vefat etmiş 6. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün kabrini ziyaret eden var mıdır? Peki, kabrinin yerini bilen, hatırlayan?
Nedendir acaba bu milletin Osmanoğullarına bu kadar hürmeti? Üstelik aradan geçen bunca asırlara rağmen.

Erkam Tufan Aytav
28 Eylül 09

Kültürel kodlarımız ve İdealizm

‘Kültürel kodlarımız ve İdealizm’

İslam öncesi eski Türklerin bir inanışı vardı. Ölen kişi mutlaka memleketine hatta mümkün ise köyüne gömülmeli idi. Yoksa ruhunun rahat etmediğine inanılırdı.

Ancak gerek savaşlar gerekse başka sebeplerden olsun yurdunun dışında vefat eden Türklerin cenazelerinin memleketlerine döndürülmesi ciddi bir problem oluşturuyordu. Sıcaklar ve at üzerinde uzun süren yolculuklarda cenazenin kokması söz konusuydu. Bu sebeple cenaze belli bir süre bekletilip eti kemiğinden ayrıldıktan sonra eti öldüğü yere gömülür, kemikleri ise memleketine getirilirdi.

Cengiz Aytmatov’un cenaze törenine katılmak için geçen sene Kırgızistan’a gitmiştim. Kırgız gazetelerinde cenaze ile ilgili bir cümle çok dikkatimi çekti. O cümle şuydu; “Cengiz Aytmatov’un kemikleri Almanya’dan Kırgızistan’a getirildi”. Aslında getirilen kemikleri değil tabii ki, cenazesiydi. Ancak binlerce yıllık kültür bu gün Kırgızcada ‘kemikleri getirildi’ şeklinde karşımıza çıkıyor. Çok ilginç değil mi?

Gezmeye yaban yahşi, ölmeye vatan yahşi

Türkiye’de de Kırgızistan’da ki ilgili kanun maddesi dışında durum aynı. İslam gibi Türklerin hayatını büyük oranda değiştiren bir dine de girilse, Anadolu gibi ortaasyadan başka bir coğrafyaya göç dahi edilse, bu gün de ölmüşlerimizin cenazesi illa memleketine hatta mümkün ise köyüne getirilir ve defnedilir.

Nazım Hikmet Rusya’da değil de vatanında, Anadolu’da bir köyde çınar altında gömülmek istemişti. Ama kendisine nasip olmadı. Her sene kabrinin taşınması sevenleri tarafından gündeme getirilse de kabri hala Moskova’da. Kültürel kodlar böyle bir şey işte. Binlerce sene de geçse davranış şekilleri kolay kolay değişmiyor. Sağcı da olsanız, solcu da olsanız fark etmiyor.

Vatan bizler için sadece yaşamak için değil aynı zamanda gömülmek için de anlam taşıyor.

Aytmatov Almanya’da hastanede yatarken öleceğini anlayınca oğluna ‘beni vatanıma götürün oraya gömün’ derken vatan sevgisi ile birlikte binlerce yıllık kültürel kodları da ona bunu söyletiyordu.

Dünyanın değişik yerlerinde insanımızın açmış oldukları okulları görme imkânı buluyorum. Binlerce kilometre uzaklarda sınır tanımayan bu eğitim gönüllülerini görmek beni her seferinde heyecanlandırıyor. Fakat gördüğüm başka bir şey daha var ki heyecanlanmanın ötesinde yapılan fedakârlık karşısında beynim donuyor.

Eğitimcisinden esnafına, ondan işadamına kadar eğitim gönüllüleri bulundukları ülkelerde artık genişçe bir mezarlık satın almaya başlamışlar.

Aileleri ile birlikte dönmemek üzere giden bu eğitim gönüllüleri vasiyetleri gereği vefat edip oralara gömülmeye başlayınca büyükçe bir mezarlık satın alma ihtiyacı doğmuş. Aytmatov’un cenazesi vesilesi ile gittiğim Bişkek’te işte böyle bir mezarlığa gitme fırsatını buldum.

Kabristanda beş kişi metfundu. Bolulu işadamı Vedat Konuk, okul müdürü Metin Paksoylu’nun babası Çetin Paksoylu, İşadamı Aslan Arslan’ın annesi Ayşe Arslan ve işadamı Osman Şahinkaya ve öğretmen Tufan Şirin’in bebekleri yan yana yatıyorlardı. Bişkek’teki eğitim gönüllüleri her bayram aileleri ile birlikte bayram namazından sonra ilk işleri bu mezarlığı ziyaret oluyormuş.

Moğolistan’da vefat eden, vasiyeti üzere orada defnedilen okulların genel müdürü Adem Tatlı çok iyi arkadaşımdı. Bir gün ölüm üzerine konuşulurken, birden heyecanla eşi Aysel hanımın ellerine sarılmış, ‘eğer burada ölecek olursam, sakın ha beni götürmeye kalkmayın, sadece dirimle değil ölümle de buraya ait olmak için geldim. Bizde bu inanç için çıkılan yolda bir daha geri dönmek olmaz’ demiş, heyecanı, senindeki titreme ile Aysel hanım’ı hayretler içinde bırakmıştı.

Bu konuşmanın üzerinden çok geçmeden Darhan şehrindeki okulun eksiklerini tespit etmek için çıktıkları yolda trafik kazası geçirmiş, eğitim için çıktığı yolda koşmuş, koşmuş ve nihayet Allah’a yürümüştü.

Tarihe kayıt düşülecek telefon konuşması; ‘İstanbul’da Eyüp Sultan ne ise Moğolistan’da Adem bey o’dur.’

İçim yanıyor hocam demişti Aysel hanım telefon görüşmesinde Fethullah Gülen Hocaefendiye. Tarihe kayıt düşülecek telefon görüşmesi şöyle devam etmişti;

-Hepimizin içi yanıyor evladım, senin hayat arkadaşın bizim canımızdı.
-Hocam! Adem, beni Türkiye’ye götürürsen hakkımı helal etmem demişti. Ne tavsiye edersiniz?
-Ben arkadaşlara gerekeni söyledim. Adem bey bizim bayrağımızdır. Orada kalacak, bizim ve gelecek nesillerin iftihar kaynağı olacak. Orada kabriyle hizmete devam edecek. İstanbul’da Eyüp Sultan ne ise Moğolistan’da Adem bey odur.

Moğollar Budist olduğu için mezarlıkları yoktu. Zengin Moğollar ölülerini yakıyorlar, fakirler de dağa taşa bırakarak kurda kuşa yem ediyorlardı.

Bir süre defin yeri aranır. Nihayet Ulanbatur’a otuz kilometre mesafede, Tonyukuk abidelerine on beş kilometre kala Kazak Türklerinin çoğunlukta olduğu Nalayh köyünün mezarlığının yamacına defnedilmesine karar verilir. Mekân seçilirken buralarda ebediyen kalmak isteyen başka hizmet gönüllüleri de olabileceği düşüncesiyle genişçe bir yer alınır.

O şimdi bir mühür gibi Moğolistan’ın uçsuz bucaksız bozkırlarında. Bozkırlarda esen rüzgârlarla saçları dalgalanırken yetiştirdiği talebelerine bakıyor öbür âlemden. Benim sevgili arkadaşım mekânın cennet olsun.

Erkam Tufan Aytav
Abdullah Gül’ün Tanzanya’da göremediği

Geçen hafta Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül kalabalık bir işadamı heyeti ile Kenya ve Tanzanya’yı ziyaret etti.

Bu ziyaretin Tanzanya ayağına katılma imkânı buldum.

Türkiye’nin Afrika’da ki açılımları açısından oldukça önemli bir geziydi. Tanzanya’nın başkenti Dar es selam. Barış ve esenlik yurdu demek.
***
Türkiye’den iş adamlarının açmış olduğu okulun bahçesindeyiz. Mezuniyet törenini izliyoruz.

Okulun bahçesi tıklım tıklım dolu.

Abdullah Gül ve eşi Hayrünnisa Gül başta olmak üzere Tanzanya’nın önde gelen isimleri ve Türkiye’den gelmiş kalabalık işadamı grubu töreni ilgi ile izliyorlar.

Hava oldukça sıcak ama bizi asıl ısıtan öğrencilerin bizlere hazırladıkları gösteri.

Simsiyah Tanzanyalı öğrenciler bizlere sıra gecesini yaşatıyorlar. Urfa, Mardin yöresinden türküler söylüyorlar. Arkasından bir de Ankara misket havası geliyor.

Etrafıma bakıyorum, benimle birlikte Türkiye’den gelen pek çok kişi ağlıyor. Cumhurbaşkanımızın ve eşinin ruh hali de bizlerden farksız.

Millet olarak itilmişliğin, ezilmişliğin, tepe takla gidişin ve buna karşı yeniden bende varım deyişin gözyaşları bunlar.

Tören Sayın Gül’ün tebrik ifade eden konuşması ve okul birincisine diplomasını vermesi ile son buluyor.

Sayın Gül’ü gözlerimle takip ediyorum. Etrafı oldukça kalabalık. Makam aracına binerken mütebessim bir çehre ile emeği geçen herkese tekrar teşekkür ediyor ve okulun bahçesinden alkışlar ile ayrılıyor.

Bir dakika gitme, on metre ötede bir ağacın altında metfun bulunan Erkan Çağıl’a uğramadan, Fatihalar okumadan ayrılamazsın diye sessiz bir şekilde haykırıyorum.

Biraz ilerisinde bir ağacın altında bir kahramanın metfun olduğunu sayın Cumhurbaşkanı elbette bilemezdi.

Erkan Çağıl eğitim sevdalısı bir iş adamı. Bu sevda ile Tanzanya’ya hicret etmiş. Okul arsası bakmak için gittikleri yerden dönerken trafik kazası geçirmiş, hastaneye kaldırılmış ve orada vefat etmiş. Vasiyeti üzere okulun oldukça büyük olan bahçesinde bir köşeye defnedilmiş.

Tanzanya’lı öğrenciye sordum. Okulun bahçesinde yatanı tanıyor musun diye. Tanımaz mıyım, o bizim ağabeyimizdi dedi. Bana onu anlatır mısın dediğimde duygulu ve güzel Türkçesi ile şunları söyledi;

“Vasiyetinde üç isteği vardı;
Biri kendisi ile alakalıydı. Ölünce okulun bahçesine gömülmeyi istemiş, Cenazemi Türkiye’ye götürürseniz hakkımı helal etmem demişti.
Öteki talebi abisi hakkında idi. Abisinin Tanzanya’daki okullara sahip çıkmaya devam etmesini istiyordu.
Sonuncusu ise hanımı ve çocukları hakkındaydı. Dilerlerse Türkiye’ye dönebilirler ama Tanzanya’da kalırlarsa memnun olurum demişti.

Vasiyetindeki üç arzusu da yerine getirildi. O kahraman şimdi Tanzanya’daki okulun bahçesinde, abisi eğitim hizmetleri için koşturmaya devam ediyor. Vefalı eşi de çocukları ile birlikte Tanzanya’da yaşıyor.

Her şeyin menfaat üzerine döndüğü sıkıcı bir dünyada yaşarken bu tür hayatların varlığına nasıl inanacağız? Hiçbir beklentisi olmadan hizmet etmek nasıl bir şey?

Bu tek kelime ile bir destandır.

Maalesef yaşanan bu destan henüz kalem erbabı tarafından hakkıyla yazıya dökülmedi. Benim yaptığım sadece buğulu penceremden fotoğrafın küçük bir parçasını göstermek.

Erkam Tufan Aytav

WASP ile LAST’ın akıbeti ne olacak?

WASP ile LAST’ın akıbeti ne olacak?

ABD’de Demokrat Parti, 47 yaşındaki "siyahi" Illinois Senatörü Barack Obama’yı resmen ABD Başkan adayı olarak ilan etti. ABD tarihinde ilk kez bir siyah, başkanlığa aday gösterilmiş oldu.
Pek çok kişi, 4 Kasım seçimlerinde Obama seçilemese bile resmen aday olması ırk ayrımcılığından bu gün itibari ile ABD’nin ne noktaya geldiğini ciddi bir gösterge olarak görüyorlar.

1953 yılında Rosa Parks’ın otobüste yerini beyaza vermek zorunda olduğu halde yerini vermemesi ile başlayan eşit haklar mücadelesi Martin Luther King’le devam etmişti.

İşte bugün bir siyahî ABD’nin başkan adayı. Kongrede bulunan zencilerin gözyaşlarını tutamamaları çok dikkat çekici idi.

Ekranlardan dökülen gözyaşlarını seyrederken kendimi bir tuhaf hissettim.

İnsanın fikrinden, inancından, kıyafetinden, Türk olmamasından dolayı aşağılanmasına yabancı değiliz de, renginden dolayı aşağılanmasına biraz yabancıyız.

Ancak ben ABD’de siyahî birinin başkan adayı olmasına karşı biraz şüpheli baktığımı ifade etmek isterim.

ABD’nin kurucu unsuru kısaca WASP’tır. Yani White (Beyaz), Anglo-Sakson, Protestan. Bu grup devletin çekirdeğini temsil eder. Birinci sınıf vatandaş olmak anlamına gelir.

WASP’ın doğum oranlarının azlığına mukabil, Latinlerin ve siyahîlerin nüfuslarının hızla artması ABD derin devleti için tehlike olarak görülür.

Bütün bunlara rağmen siyahî birinin başkan adayı olabilmesi ya mevcut oligarşinin kısmen de olsa yıkılması anlamına gelir ki bu iyimser bir düşüncedir. Ya da beyazlaştırılmış yani devşirilmiş bir siyahînin siyaset gereği mevcut oligarşi tarafından rol verilmesi demektir.

Hangisinin doğru olduğunu zaman gösterecek tabii ki.

Fakat bu WASP meselesi ve oligarşik yönetim aslında bize hiç de yabancı şeyler değildir. Bu açıdan ABD ile Türkiye ortak özellikler gösterir.

Taraf gazetesi yazarı Sayın Rasim Ozan Kütahyalı’nın literatürümüze kazandırdığı LAST kavramı vardır. Yani Laik yaşam tarzlı, Sünni, Türk olmak.

İşte bizim oligarşimizin kısaca tanımı budur. O oligarşinin de ayrı bir oligarşisi vardır yani has daire. O da ayrı mesele.

Sistemimiz işte bu üç sıfat üzerine kuruludur. Laik yaşam tarzlı olmak, Sünni olmak ve Türk olmak.

Eğer dininizi önemsiyorsanız, inançlarınızı yaşama gayreti içerisinde iseniz, ya da alevi iseniz ya da Ermeni, Rum, Yahudi iseniz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olsanız bile siz makbul vatandaş sayılmazsınız. İç düşman olarak görülmeye, yobaz olarak nitelenmeye, devletini yıkmaya çalışan biri olarak bu topraklarda yaşamaya sesinizi çıkarmadan alışmanız lazım.

Bunun böyle olmadığını kim iddia edebilir? Binlerce gencin inancından dolayı, kıyafetinden dolayı üniversitelere sokulmadığı, ‘çok istiyorlarsa Suudi Arabistan’a okumaya gitsinler’ dendiği bir ülkede yaşamıyor muyuz?

Ya devletin üst düzey bürokrasisine gelmek için eşinin başının örtülü olup olmadığını kontrol amacı ile kapıcı Murtaza üzerinden istihbarat yapmalar neyin nesi?

Sünnilik de sistem içerisinde sadece bir kimliktir. Ama önemli bir kimliktir. Sünni iseniz ancak laik yaşam tarzı kaydı ile makbul vatandaş olabilirsiniz.

Kürt olmak başlı başına bir problemdir. Ya laik yaşam tarzlı olmayan dindar bir Kürtseniz? Hem şeriatçı hem öteki olursunuz.

Sünni olmayan bir vatandaşın Aleviliğini saklama ihtiyacını nasıl izah ediyorsunuz? Aleviler neden Diyanet işlerinde temsil edilmez ve daima ikinci sınıf vatandaş muamelesi görür?

Türk olmanın da esası Müslüman olmaktır bu topraklarda. Yani laik devlette dini tasnif.
Siz hiç gayri Müslim yani Türk olmayan Ermeni, Yahudi savcı, subay, vali gördünüz mü? Peki neden?

Neden gayri Müslim vatandaşlarımızın vakıf arazileri gasp edilir, adam yerine konmazlar? İç düşman oldukları için mi?

Türkiye artık bir düşünüm yaşıyor. Kendi kimliklerimizle var olabilmemin, çoğulcu demokrasinin sancıları bu.

Kırsaldan, önce şehrin varoşlarına, arkasından da şehrin merkezine aslında sistemin merkezine talip sosyolojik bir hareket. Yani çevreden merkeze doğru bir yürüyüş.

Çevreden gelenler artık ben de varım diyor. Siyasetinden, ekonomiye oradan bürokrasiye her şey yeniden yapılanma sancıları yaşıyor.

Oligarşi doğal olarak bundan çok rahatsız oluyor. Yeşil sermaye diyor, çarıklı diyor, iç düşman diyor. Sürekli itiyor ve statükoyu devam ettirmeye çalışıyor.

Dengelerin yerinden oynadığı, derin devletten derin millete doğru bir orijin kaymasıdır bunun adı.

Ülkemizde yaşanan toplumsal katmanlardaki bu hareketlilik sonucunda toplumun bütününü kucaklamayan, kendisi gibi düşünmeyenleri dışlayıcı yeni bir oligarşi doğacaksa değişen fazla bir şey olmaz.

Çok önemli bir eşikten geçiyoruz. Bu konuda LAST olmayanlar söylem düzeyinden öte davranışları ile bunu ispat etmek zorundalar.

“Bir rüyam var, gün gelecek, eski kölelerin evlatlarıyla eski köle sahiplerinin evlatları, Georgia’nın kızıl tepelerinde kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklar..." demişti Martin Luther King.

İşte mesele yeni oligarşiler üretmeden sofraya birlikte oturabilmek.

Bizim de Martin Luther King gibi bir rüyamız var.

Tam demokrasi ile yönetilen, hiç kimsenin inancından, fikrinden, ırkından dolayı aşağılanmadığı, herkesin eşit ve birinci sınıf vatandaş olduğu, kimsenin daha fazla sahibi olmadığı bir Türkiye.

Türkiye’de mevcut oligarşinin zorlandığı bir süreç içerisinde, ABD’de siyahî birinin başkan adayı olabilmesi zamanlama açısından paralellik oldukça ilginç.

Önümüzdeki dönem WASP ile LAST ın akıbeti daha net ortaya çıkacak.
Bekleyelim görelim.


Erkam Tufan Aytav
29 Ağu. 08

“Siz Türk gibi değilsiniz”

“Siz Türk gibi değilsiniz”

Geçenlerde Hürriyet gazetesi yazarı Ahmet Hakan Coşkun İngiltere’de yapılmış olan “İslam Dünyasının Dönüşümünde Gülen Hareketinin Etkileri” başlıklı sempozyum hakkında bir yazı kaleme almıştı.

Yazısında sempozyumu sert bir dille eleştiriyor ve şöyle diyordu;
“İngiltere’nin mühim adamları ile dünyanın en tanınmış bilim adamları bir araya gelmiş ve "Yahu Fethullah Gülen diye biri var... Dünyayı kasıp kavuruyor... Gelin, bu adamı bilimsel toplantılarla tartışalım" mı demişler? Ne gezer! Aldığımız bilgiye göre... Bu organizasyon için Fethullah Gülen’in adamları canla başla çalışmışlar... Harcanan paranın ise haddi hesabı yokmuş...”

Bu yazısının arkasından ikinci bir yazı daha yazdı. O yazısında ise,

“Fethullah Hoca cemaatinin üst düzeyi ne kadar nazik, ne kadar ince ve ne kadar tahammüllü ise, internette örgütlenme şampiyonu olan cemaatin alt düzeyi o kadar üslupsuz ve tahammülsüzmüş...” diyordu.

Benim burada üzerinde durmak istediğim şey Ahmet Hakan’ın eleştirilerine cevap vermek değil. Zaten ikinci yazısından da anlaşılıyor ki gerekli bilgilendirme yapılmış.

Benim üzerinde durmak istediğim yazara gönderilen hakarete varan mailler.

Daha önce de bazı yazarlar köşelerinden benzer şeyler yazmışlar; eleştirel bir yazı yazdıklarında kendilerine Gülen Hareketi’ne mensup kişilerin hakaret ettiğini ifade etmiş, hareketi bir de bu açıdan tenkit etmişlerdi. Yani bu ilk kez olmuyor.

Tabi öncelikle şunu ifade etmek isterim ki, yazarlara mail yoluyla galiz ifadeler ile hakaret edenlerin kimler olduğunu anlamak internet ortamında pek mümkün değil.

Yazarın ifadesi ile “Fethullah Hoca cemaatinden” olduğunu anlamak hiç mümkün değil. Herkesin her konuda başka bir kimlik ile bir başkasına mail atması söz konusu.

Ancak bununla birlikte bir kalemde, bu mailleri, Gülen hareketine destek ve gönül verenlerin yazmadıklarını söylemek de mümkün değil. Her hareketin içinde o hareketin temel felsefesini ve üslubunu kavrayamamış heyecanlı insanlar olması muhtemeldir. Hele adından da anlaşıldığı gibi bu bir “hareket” ise.

Ben inanıyorum ki gerçekten Gülen Hareketi’ni özümsemiş bir kişi hakarete varan bir üslup ile eleştirilere cevap vermez. Veremez. Her şeyden önce aldığı terbiye buna müsaade etmez. Dövene elsiz sövene dilsiz olmak, müspet hareket etmek, ikna yolunu seçmek varken başka üsluplara tevessül etmez. Muhabbet fedailerinin husumete vakti yoktur.

Onlar bilirler ki kılıç çeliği keser ama ipeği kesemez.

Bir keresinde Radikal gazetesi yazarı Hakkı Devrim’i Hürriyet binasındaki ofisinde ziyaret etmiştim. Bana Gülen Hareketi hakkında düşüncelerini anlatıyordu.

Konuşması esnasında espri ile karışık çok dikkatimi çeken bir şey söyledi: “Gülen hareketindeki insanlar Türk gibi davranmıyor.” Ben de ne demek o diye şaşkın şaşkın sormuştum. Mealen şöyle cevap vermişti;

“Bir Türk kendisini eleştirene en yüksek dozdan en aşağı doza kadar çeşitli tepkiler gösterir. Ama çoğunlukla hakaret eder. Ama dikkat ettim Gülen hareketine gönül vermiş insanlar bu açıdan farklı. Geçenlerde bu hareketin bir çalışması hakkında eleştirel bir yazı yazmıştım. Ben bekliyorum ki küfürler, hakaretler gırla gidecek. Ama öyle olmadı. Beni ziyaret ettiler, saygıda kusur etmediler, eleştirdiğim konu hakkında açıklamalarda bulundular. Ben de onun için onlara siz Türk gibi değilsiniz demiştim.”

Öte yandan “Üslubu beyan ayniyle insan” demiş atalarımız. Kimsenin; “cemaatin alt düzeyi o kadar üslupsuz ve tahammülsüzmüş” dedirtmeye hakkı yok.


Erkam Tufan Aytav
Kasım 2007