20 Mayıs 2010 Perşembe

Fabrikatör Hulusi Kentmen’in kızının hali ne olacak?

Fabrikatör Hulusi Kentmen’in kızının hali ne olacak?

Türk filmlerinin unutulmaz karakteri fabrikatör Hulusi Kentmen’i bilmeyeniniz veya sevmeyeniniz var mı acaba? O pala bıyığı ve babacan tavırları ile hepimizin gönlünde taht kurmuştu. Anadolu’dan gelip İstanbul’da büyük para kazanmış, şefkat ve merhamet sahibi bir patrondu. Köklerini asla unutmamıştı. Belki de bu sebeple biz onu çok seviyorduk.
Bir de şımarık bir kızı vardı. Genelde sarışın olurdu bu kız. Tam bir ‘beyaz Türk’tü’. Türkiye gerçeklerinden uzak yaşardı. Gününü gün eden deli dolu bir kızdı. Yabancı okullarda eğitim görmüştü.
Filmin bir sahnesinde hemen bir Yeşilköy Havalaalanı görüntüsü gelirdi ekranlara, Paris, Londra anonsu ile birlikte bizim kızımız tatilden döner kahkahalarla.
Havaalanından çıkarken doğudan gelmiş yakışıklı bir ayakkabı boyacısı ile rastlantı sonucu birkaç saniye göz göze gelir. Kızımız beyaz eldivenli şoförünün kapısını açtığı Şavrole aramasına biner ve gider. O ayakkabı boyacısı Anadolu delikanlısının üzerine su sıçratarak hem de.
Araba babişinin yani Hulusi Kentmen’in yalısına doğru hızla ilerler. Bizim ‘varoş delikanlı’ arkadan bakakalır.
Sonra neler oluyorsa olur, film bu ya, bizim beyaz Türk kızımız Anadolu’dan gelmiş gençle evlenir. Babası bu sınıf ve kültür farkını hiç problem etmez. Babacan adamdır çünkü o. Damadını da pek sever.
Kızımız hayata yeniden geldiğini ve çok mutlu olduğunu düşünür. Damadın başörtülü basma etekli ailesi ile sarılır, öpüşür. Her şey çok güzeldir. Kızımızı seven yan yalının zengin, şımarık delikanlısı uzaktan kıskanç bakışlarla bakar ama artık elinden bir şey gelmez.
Film bu şekilde mutlu sonla biterdi. Biz seyredenler de hep birlikte ‘helal olsun şu Hulusi Kentmen’e, kendisi de kızı da delikanlıymış der ve sevinç gözyaşları dökerek ekranın başından kalkardık.
Tabii film burada bitiyor ama evlilikleri nasıl yürüyordu, sınıf ve kültür farkından gelen çatışmalar oluyor muydu? Toplumda yaşanan psikolojik ortam ve gerilim bu mutlu evliliği devam ettirilmesine zemin hazırlıyor muydu?
Sahi evlilikleri nasıl devam etti acaba?
Evlilik esnasında kızımız Cumhuriyet mitinglerine gitmek istediğinde oğlumuz nasıl bir tepki vermişti?
Kızımız Hürriyet, Cumhuriyet veya Vatan okurken oğlumuz Zaman, Yeni Şafak, Vakit mi okuyordu?
Hafta sonları birlikte Lailaya’mı yoksa Belediyenin içkisiz köşklerine mi gidiyorlardı?
Evlerini nereden tutmuşlardı acaba? Yaşam tarzlarına göre parsellenmiş şehirde nerede oturuyorlardı, Nişantaşı’nda mı yoksa Fatihte mi?
Oğlumuz yoksa iç güveysi olmuştu da kültürel çatışma son mu bulmuştu?
Yoksa kızımız başını örtüp namaza mı başlamıştı?
Yoksa sen yoluna ben yoluma mı demişlerdi?
Ben size söyleyeyim; evet boşanmışlardı.
Kızımız ile oğlumuz farklılıkların düşman olarak görüldüğü ötekinin dışlandığı bir Türkiye’de yaşamanın faturasını ödemişlerdi.
Kayınpeder Hulusi Kentmen bu süre içerisinde Tüsiad’a üye olmuş, sistemin çarkları içerisinde ‘tarafını’ yani ‘mahallesini’ belli etmiş, melez kimliğinden eser kalmamıştı.
Kızımız ‘seviyeli birliktelik’ tarzı bir yaşam kurmuş, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğine üye olmuş, gençleri kendisi gibi ‘çağdaş’ yetiştirmek için kolları sıvamıştı. Yaşadığı lüks sitede kapıcıya başörtü yasağı koymuş, kapıcının başörtülü akrabalarını bile siteye girme yasağı getirmişti. Duyumlara göre Ergenekon kapsamında iddianamede bile adı geçiyormuş.
Kendisini en son ‘kahrolsun gericiler’ diye bağırırken Türkan Saylan’nın cenazesinde görmüşler.
Peki, oğlumuz bu süre içerisinde neler yapmış?
Önce sakal bırakmış, biraz cemaatlere takılmış. Cami çıkışları mitinglerde Tekbir diye diye bir ara sesi bile kısılmış. Memleketinden başörtülü bir eş bulmuş ve evlenmiş. Dört çocukları olmuş.
Derken siyaset olayına girmiş. Yürü ya kulum bağlamında zaman içinde bol para kazanmış. Gelsin ihaleler gitsin ihaleler derken sekreteri ile gönül ilişkisine girmiş. Karısı ve üç çocuğunu öylece bırakıp sekreteri ile birlikte yaşamaya başlamış.
En son oğlumuzu eski adı ile Yeşilköy havaalanında görenler olmuş. Beyaz Türk eşi ile ilk göz göze geldiği yerde hem de. Sekreteri ile el ele tutuşup Seyşel adalarına tatile gidiyorlarmış.
Senaryo daha uzayıp gidiyor, daha sonra kafamda oğlumuzun ilk eşi ile ikinci eşinin karşılaşmaları ve diyalogları var ama bu uydurduğum senaryo bitmez. Onun için ben burada keseyim. ‘Yoğun istek olursa’ yazarım diyeceğim ama çevrenize baksanız filmin devamını görürsünüz.
***
Hemen kızmayın, aslında kızımız da oğlumuz da Laik ve dindar diye kutuplaşan iki kesimden uç örnekler. Elbette toplumumuz bu uç örneklerden ibaret değil.
Nereden çıktı şimdi Yeşilçam filmi muhabbeti, söyleyeyim; Açık Toplum Vakfı tarafından yaptırılan Seçkinler ve Sosyal Mesafe Raporu bana bu Yeşilçam filmini ve sonraki uydurduğum kurgusunu yazdırdı.
Bu araştırma filimdeki kızımız gibi yaşam tarzına sahip Beyaz Türk denekler ile yapılmış. Topu topu kırk denek ama bir şey ifade ediyor.
Araştırma sonuçları çok çarpıcı ama şaşırtıcı değil. Çünkü Yeşilçam filmlerinden antrenmanlıyız.
Deneklerin ifadelerinden anladığım kadarı ile ortak yönleri şöyle;
• Kendini seçkin hissetme
• Kendi gibi olmayana karşı tahammülsüzlük.
• Genel de oy verdikleri parti CHP
• Okudukları gazete sırası ile Hürriyet, Cumhuriyet, Vatan
• Kürtlere karşı ön yargılı ve tepkili. İçlerinden birisi ilk kürdü 20 yaşındayken görmüş.
• Başörtüsüne karşı çok tepkililer,
• "Devlet İslamcılar tarafından kemiriliyor"; "İstanbul'u köylüler işgal etmiş durumda"; "seçkin ve kariyer sahibi insanlar bir tarafta dururken", ülkenin kaderi, "geri kalmış İslamcı köylüler" tarafından belirleniyor.
• Azınlıklar eğer daha fazla hak istiyorsa, ya Ermenistan'a ya İsrail'e veya Yunanistan'a gitmelidirler.
• "Darbe kötüdür ama rejimi ve devleti kurtarmak için başka çare yoksa" başvurulabilir.
İşte böyle düşünüyorlar bizim beyaz Türklerin bir kısmı. Tamamı böyledir demek haksızlık olur ama ortada böyle bir gerçek var.
Evet, böyle bir gerçek var ama bununla birlikte Türkiye bütün renkleri ile birlikte yaşamak zorunda olduğu başka bir gerçek de var.
Ne Demirel gibi ‘başını örtmek isteyenler Suudi Arabistan’a gitsin’ diyebiliriz ne de ‘bu beyaz Türkler Paris’e gitsin’. Ne Rum vatandaşlarımızı Yunanistan’a, ne Ermeni vatandaşlarımızı Ermenistan’a. Bu topraklarda birlikte yaşayacağız. Ama didişerek ama birbirimizi anlayarak. Faturayı hep beraber ödemek kaydı ile.
‘Beyaz Türklerin’ rahatsızlıklarını, bu güne kadar korudukları sosyal ve ekonomik statülerinin ayaklarının altından kayması şeklinde yorumlamak mümkün. Bu rahatsızlığı başörtülü birisi ile karşılaştıklarında ‘ayol Nişantaşı’na bile geldi bunlar’ ifadesi çok iyi özetliyor. Hayatı paylaşmak istemiyorlar.
Bu rahatsızlığın dışında bir de korkular var. Evet, gerçekten korkuyorlar. Bir gün gelip bizi kesecekler diyenlerin hepsi sahtekâr değil. İki sebepten böyle bir korku mevcut.
Birincisi; birileri sürekli bu korkuları pompalıyor. Psikolojik harekât yürütüyor. Okudukları gazetelerin sırası ile Hürriyet, Cumhuriyet ve Vatan olduğunu düşündüğünüzde böyle bir ilizyonun içine rahatlıkla girilebileceğini anlayabiliriz.
İkincisi ise ‘bazı’ dindar kesimin, dindarlıkla alakası olmayan kaba, görgüsüz ve agresif davranışları. Bir rövanş söylemi içine girmeleri. Okudukları gazetelerin de ötekini sürekli düşman gösterme çabası. Öbür mahallenin medya iz düşümünü bu mahallede de bulmak mümkün.
Böyle bir Türkiye’de yaşıyoruz maalesef. Mahallelere ayrılmış bu ülkede medya üzerinden her gün karşı mahalleye top atışı var. Bir de içeriden daha iyi bilgi alıp daha iyi bombalamak için medya transferleri var ki sormayın gitsin. ‘Bu yaz şenlikli geçecek’ diyor transferi yapan yayın yönetmeni.
Medyaya istediği gibi bu toplum ile oynama gücünü veren de mahallelerin birbiri ile temas noktalarının son derece az olması ve içine kapanık yaşamaları. Ben buna site hastalığı diyorum.
Hayatı yüksek duvarlar ile bir sitede geçen birini düşünün. Site güvenliği kendisini site dışından gelecek kötülüklere karşı korur. Zaman içerisinde sitenin dışı kötülüklerin kaynağı olarak görülmeye başlar. Hayatı okuluna sitenin içinden servisle dış dünyaya karışmadan, kendisi gibi seçkinlerin okuduğu özel okuluna giderek, Akmerkezlerde alış veriş yaparak, yazlığında kendi gibiler ile tatilini geçirerek geçmektedir. Hayat site içindekiler ve dışındakiler olarak yani bizim gibiler ve ötekiler olarak bölünmüştür.
Hayatı kendi seküler veya dini cemaati içinde veya kışlada tel örgüler içerisinde geçmiş bu kişilerin ötekiyi düşman algılamasına ben site hastalığı diyorum.
Böylelikle birileri istediği gibi korkuları toplumun içine enjekte imkânı bulabiliyor.
Sonuçta ne oluyor? Toplum gerildikçe geriliyor. Birilerinin istediği gibi manipüle edilebiliyor.
Milletçe kızlarımız ve oğullarımız farklılıkların düşman olarak görüldüğü ötekinin dışlandığı bir Türkiye’de yaşamanın faturasını çatışarak ödüyorlar.
2009 yılı Türkiye’sinde bir Türk filmi böyle bitiyor maalesef.

Erkam Tufan Aytav
11 Haz. 09

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder