20 Mayıs 2010 Perşembe

Japonya ve Abdülhamit Han'ın Vasiyeti

Japonya ve Abdülhamit Hanın vasiyeti

Tokyo’daki mezarının başında taşta şöyle yazıyordu;

Bismillahirrahmanirrahim
Hüvel hayyüllezi layevmud üstaz ve katibil kebir seyyah ve mücahid-i şehir el hac kadı Abdurreşit Hazret İbrahim Sibir Türklerinden Tobul vilayeti Tari şehrinden hicri 1239, miladi 1852. 7 Eylülde doğmuş, hicri 1362 12 Ramazan 1944 miladi 31 Ağustosunda Cuma gecesi vefat etmiştir. Rahmetullahi Taala Rahmeten vasiaten ve ethalehu cennete firdevsihi

Bu mezar taşı Japonya’ya İslam’ın güzelliklerini anlatmak için dönmemek üzere gitmiş olan Abdürreşit İbrahim’e ait. Tokyo’da yemyeşil bir mezarlıkta gayet mütevazı kabrinde yatıyor.

Tokyo’ya gidip de mezarını ziyaret etmemem, başında fatihalar okumamam düşünülemezdi.

Ahlaken Müslüman olarak tanımladığı Japonlara kaldığı süre içerisinde İslam’ı anlatmış, Japon imparatorluk ailesi ile yakın dostluk kurmuş, çok iyi düzeyde Japonca öğrenmiş, İslam hakkında Misyonerler tarafından yayılan yanlış kanaatleri tashih etmişti.

Japon gazeteleri yapmış olduğu konferanslara büyük ilgi gösteriyor, konuşmaları bütün gazetelerde yer alıyordu. Japonların gönlünde adeta taht kurmuştu.

Vefatı gerek İslam dünyasında, gerekse ikinci vatanı Japonya’da büyük üzüntü ile karşılanmıştı. Japon devlet radyosu ve diğer basın organları tarafından bu elim haber her yere duyurulmuş, cenazesine iştirak etmek isteyenlerin çokluğu üzerine üç gün bekletildikten sonra büyük bir törenle toprağa verilmişti.

Büyük bir heyecan ile Japonya’da hizmet eden Abdürreşit İbrahim, kendisinin yetemediğinden hareketle Devlet-i Aliye’den, dönemin Halifesi Sultan Abdülhamit Han’a mektup yazarak yardım istemişti. Mektubunu da Halifeyi ziyaret edecek olan Japon İmparatorluk ailesine mensup bir Prens ile göndermişti.

Japon prensin bu ziyaretini ve Abdürreşit İbrahim’in mektubu hakkında Sultan Abdülhamit Han’ın düşüncelerini gene Sultan Abdülhamit Han’ın ağzından okuyalım.

Hadiseyi Fethi Okyar naklediyor;

"Şimdi size hicran olmuş bir hatıramdan bahsetmenin sırasıdır beyefendi oğlum... Tarihini sarih olarak söyleyemeyeceğim, fakat Ruslara karşı kazandıkları zaferin arifesinde idi. Japon İmparatorluk ailesine mensup bir Prens, beni ziyarete geldi. İmparatorundan hususi bir mektup getiriyordu. Benden, İslam dininin muhtevasını, iman esaslarını, gayesini, ibadet kaidelerini izah edecek kudrette bir dini-ilmi heyet istiyordu. Bunun sebebi vardı. Orada İslamiyeti yaymayı, mukaddes vazife sayan Abdürreşit İbrahim isimli, aslı Kazanlı olan bir Müslüman âliminden mektup almış, Japonya'daki İslami tamim hareketine yardımcı olmam istenmişti.

İslam âleminin Halifesi idim. Bir taraftan daima iftihar ettiğim ve hizmetkârı olma-
ya çalıştığını bu âli vazife, diğer taraftan ruhumda bu mahiyette şerefli hizmete duyduğum hasretle, mümkün olan her şeyi yaptım, fakat bu yardımım daha çok maddi sahada kaldı. Çünkü Abdürreşit İbrahim Efendi, bizim din adamlarımızdan başka hüviyet içinde idi. Türkçe, Arapça, Farsçadan başka Rusça, Japonca biliyordu. Avrupa’yı baştan aşağı dolaşmıştı; Çin'i bile görmüştü. Kırk yaşından sonra Fransızca ve Latinceyi de öğrendiğini yazmıştı. Japonya'da Şinto dininin değişen şartlar içinde Japon münevverlerini tatmin etmediğini, mantık, akıl, ilim, ruh birliği ve cihanşümul (evrensel) felsefeyi temsil edecek bir dini-manevi hareketin, Japon milletince benimseneceğini, İslamiyet’in de aslında bütün bu vasıfları ihtiva ettiğini, sadece hakikatleri izah edecek kudret ve ilmi-manevi kifayette şahsiyetlere ihtiyaç olduğunu yazmıştı. Japon imparatorundan, ailesinden bir Prensin ziyareti ile böyle bir mektup da alınca, mevcudun ehemmiyeti hadise olarak önümde idi.

Fakat bizdeki din adamlarının ilmi ve manevi seviyelerini çok iyi biliyordum; Pederim merhum Sultan Abdülmecid'in büyük ümitlerle genişlettiği Tıbbiye için Avrupa’dan getirttiği ecnebi muallimlerden ders alanların kâfir olacağını söyleyen ulema benim saltanatımda da yerindeydi. Bilhassa Anadolu’da, bu mekteplerde okumanın selabet-i diniyeyi zedelediği hala telkin ediliyor.

Düşündüm ki, Japon İmparatorunun istediği Müslüman din âlimleri kendi ülkemizde olsa ve onları ben bulabilseydim, Japonlardan evvel kendi milletimin ve Halife, yani Peygamberimizin vekili olarak İslam âleminin istifadesini temin ederdim... Şöhret yapmış ilmiye mensuplarını tanıyordum. İçlerinde şahsen hürmete şayan çok şahsiyet vardı. Ekseriyetle de şahsen faziletli idiler. Fakat ilmi kudretleri, cihanı telakki tarzları, bu kadar büyük ve İslamiyet’in mukadderatı üzerinde tesir yapacak mevzuu ele almaya, neticelendirmeye müsait değildi... Fakat Japon İmparatorunun istediği Müslüman din âlimlerini yetiştirecek feyyaz membalar da artık mevcut değildi. Medreselerimiz birer ilim-irfan kaynağı olmaktan mahrumdu...”

Diyor ve ekliyor Sultan Abdulhamit Han;
“bu gibi işlerin muayyen başlama devri ve zamanı var. Saltanat müddetim sırasında en çok hatırladığım hakikatlerden birisi demir tavında dövülür darb-ı meselemiz olmuştur."

Evet, Sultan Abdulhamit Han bunları söylemiş. Demek koca bir Devlet-i Aliye boşuna yıkılmıyor. Halife Japonya’da İslam dinini anlatacak istenilen vasıfta bir âlim bulamamış ve bu meseleyi gelecek nesillere havale etmiş.


Gelelim günümüze. Bir vesile ile Gazeteciler ve Yazarlar Vakfından Cemal Uşak ile Japonya’ya gitmiştim. Uzun zamandan beri merak ettiğim Japonya’yı ve Japonları kaldığım süre içerisinde az da olsa tanıma fırsatı buldum.

Japonların çalışkanlığını, dürüstlüğünü, mütevazılığini, insanlara olan saygısını, yani İslam’a ait ne kadar güzel hasletler varsa sahip olduklarını görünce aynı Abdürreşit İbrahim gibi içimden geçirdim ve dedim ki; ‘bu Japonlar ahlaken Müslüman’.

Mehmet Akif Süleymaniye Kürsüsünde adlı eserinde Abdürreşit İbrahim’in ağzından bakın Japonları nasıl anlatıyordu;

“Sorunuz şimdi de Japonlar nasıl millettir?
Onu tasvire zafer-yâb (amacına ulaşan) olamam hayrettir.
Şu kadar söyleyeyim; din-i mübinin orada,
Ruh-u feyyazı yayılmış yalnız şekli: Buda.
Siz gidin saffet-i İslam’ı Japonlarda görün.
O küçük boylu, büyük milletin efradı bugün.
Müslümanlıktaki erkan-ı sıyanette ferid.
Müslüman denmek için eksiği ancak tevhid.”

“Müslümanlık sanırım parlayacaktır orada
Sâde, Osmanlıların gayreti lazım arada.”


Bediüzzaman da “Divan-ı Harbi Örfi adlı eserinde Japonlar hakkında şöyle der;
“Kesb-i medeniyette (medeniyet elde etmekte) Japonlara iktida (uymak) bize lâzımdır ki, onlar Avrupa'dan mehasin-i medeniyeti (medeniyetin güzelliklerini) almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası (varlığının temeli) olan âdât-ı milliyelerini (milli adetlerini) muhafaza ettiler.”

Her ne kadar batı kültürünün girmesi ile biraz dejenere olmuş olsa da Japon halkı o güzel hasletlerini hala devam ettiriyorlar.

İlk hızlı trenin 1960 yılında kurulduğunu, dakika rötar yapmadan işlediğini görünce ‘ana yurdu demirağlarla ördük dört baştan’ sözünü ve demiryollarımızın bu günkü halini düşündüm. Petrol dâhil hiçbir madeni olmayan bu ülkenin geldiği noktaya imrenerek baktım.

1870 yılında Ziya Paşa yazmış olduğu gazelinde;
‘Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm’ demişti.

2008 yılı itibarı ile Japonya’da gördüğüm kâşaneler ve Japon ahlakı bununla birlikte âlemi İslam’ın hali hazırdaki perişaniyeti ve geri kalmışlığı ve bir Japon’un ‘bir Arap inşallah demişse bilin ki o iş olmaz’ demesi karşısında bir taraftan ezilirken, bir taraftan da Japonya’da ki hizmet erlerini görmek içimi aydınlattı.

Kaldığım süre içerisinde Osaka, Okayama, Hiroşima ve Tokyo şehirlerini gezdim. Beni en çok heyecanlandıran Abdülhamit Hanın gelecek nesillere havale ettiği misyonu sırtlanan o Altın nesli oralarda görmem oldu.

Türkiye’den gitmiş pırıl pırıl gençler gördüm. Hizmet düşüncesi ile 15 yıldan beri orada olan aynı zamanda mastır ve doktora yapan arkadaşları tanıdım. Mükemmel Japoncaları ile eşleri ile birlikte omuz omuza ülkemizi ve kültürümüzü oralara taşıyan hizmet erleri ile gurur duydum.

Bu hizmet erlerinden bir demet ile Abdürreşit İbrahim’in kabrinin başında dualar ederken Sultan Abdülhamit Hanın ızdırabının bir nebze dindiğini, öbür âlemden her ikisinin de günümüzün bu kahramanlarının alınlarından öptüğünü düşündüm.

Sultan Abdülhamit hanın İslam’ı hakkı ile temsil edebilecek kişileri bulamaması karşısında bu gibi işlerin muayyen başlama devri ve zamanı var demişti.

İşte o devir ve vakit geldi.

Bu gün bu vasiyetini yerine getiren hizmet erlerinden, o isimsiz kahramanlardan ve sebep olanlardan Allah razı olsun.


Erkam Tufan Aytav
Haziran 2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder