İki acı üst üste geldi. Hem de 3 saat ara ile.
Önce PKK İskenderun Deniz İkmal Komutanlığı'na roketatarlı saldırı düzenlendi. Amanos dağlarında yuvalanan terör örgütü mensuplarınca otoyoldan nöbet değişimi için askerleri götüren askeri araca önce RPG-7 roketatar, ardından uzun namlulu silahlarla ateş açıldı. Sonuç ; 6 askerimiz şehit oldu, 7 askerimiz ise yaralandı.
Hemen arkasından Gazze’ye insani yardım götüren Mavi Marmara gemisinde ikinci bir katliam gerçekleşti. İsrail ordusu rakamı henüz tam olarak bilinememekle birlikte savunmasız 10 kişiyi katlettiler
Biri PKK terörü, öbürü de İsrail devletinin terörü. Şimdi herkesin aklında bu iki terör eyleminin arasında bir ilişki olup olmadığı var. Henüz ispatlanmış değil ama İsrail gizli servisi MOSSAD’ın PKK’lılara Kandil’de canlı bomba eğitimi verdiğini düşünürsek bu ilişki akıldan hiçte uzak durmuyor.
İki terör eyleminde de bir ilk yaşandı. PKK ilk kez deniz kuvvetlerimize saldırdı, İsrail de ilk kez Türk insanının kanını döktü. Bütün bunlar üzerinde düşünülmeye değer hususlar.
Şimdi gelelim bundan sonrasına ve tehlikeni büyüğüne.
İki terör eyleminin de planlı olduğu muhakkak. Kendiliğinden gelişmiş bir çatışma olduğu söylenemez. İsrail gemiye çıkarken kan dökmek için çıkmıştır. Yani İsrail bunu bilerek yapmıştır.
Peki, gerek PKK’nın gerekse İsrail’in ortak amaçları nedir?
PKK’nın amacı her zaman olduğu gibi ülkede Türkler ile Kürtler arasında çatışma çıkartmaktır.
Geçen pazartesi Taraf gazetesinden Neşe Düzel’in Diyarbakır Barosu eski Başkanı Sezgin Tanrıkulu ile çok ilginç bir röportajı vardı. Sayın Tanrıkulu’nun bir ifadesi var ki çok dikkat çekici; “Kürtler, Batı’da küçük şehirlerdeki ve Ege-Akdeniz kıyılarındaki mülklerini, ‘Bir şey olursa elimizde kalır satamayız’ diye iki yıldır yavaşça elden çıkarıyorlar.”
Eğer gerçekten bu doğru ise ülkemiz için tehlike çanları çalıyor demektir. Bu güne kadar PKK terörü ve devletin yanlış siyaseti Türk ve Kürt halklarını birbirinden ayıramamıştı. Kimse kimseye yan gözle bakmadı. Umarım bu bilgi gerçek değildir.
Gelelim İsrail’in PKK’ya paralel hedefine.
Dikkat ettiyseniz İsrail derhal bir açıklama yaptı ve Türkiye’de yaşayan Musevi vatandaşların can güvenliği olmadığını ve İsrail’e dönmelerini söyledi.
İşte ikinci bir tehlikeli süreç. Eğer şu aşamada Musevi vatandaşlarımızın birinin kılına zarar gelirse dünya nezdinde çok kötü bir duruma düşeriz. İsrail’in istediği de bu zaten.
Ergenekon’dan Mossad’a oradan PKK’ya bu tür bir eylem gerçekleştirecek bir örgüt bu ülkede mutlaka bulunur. Bir Ogün Samast bulmak hiçte zor değildir.
Musevi vatandaşlarımızın Mavi Marmara katliamını derhal kınadıklarını ve büyük üzüntü duyduklarını da buradan belirteyim.
Erkam Tufan Aytav
11 Haziran 2010 Cuma
PKK ve İsrail’in ortak amaçları nedir?
Etiketler:
İsrail,
kürt,
Mavi Marmara,
Neşe Düzel,
PKK,
Taraf,
terör
‘Cihada’ var şevkimiz lakin takat yok!
‘Cihada’ var şevkimiz lakin takat yok!
Osmanlı son dönemi Yeniçerilere atfedilen bir sözdür bu. Gerçekten söylenmiş midir bilinmez. Ama günümüze kadar intikal etmiş bir söz işte.
Türkiye’nin şu an ki halini çok iyi anlatıyor aslında.
Gazze katliamı sonrasında yazımın başlığına Osmanlı refleksleri ile ayağa kalkıp, Türkiye Cumhuriyeti gerçekleri ile yerimize oturmak demiştim.
O zaman da dünya ayağa kalkmamıştı. Yine başta ABD olmak üzere pek çok batılı ülke idare-i kelam etmişti. ABD Newyork’da bir daire parası kadar bir miktar (5 milyon $) rakamı Gazze’ye insani yardım için ayırmıştı.
Başbakan Tayyip Erdoğan o dönem de `O bombaların altında ölen çocukların, o savunmasız kadınların, annelerin ahı yerde kalmayacak, o gözyaşları yerde kalmayacak. Allah İsrail`i cezalandıracak’ diyerek milletin duygularına tercüman olmuştu.
İsrailli yetkililer ise bu ifadeleri Erdoğan’ın duygusallığına yormuştular ve Türk halkını yatıştırmayı amaçladığına bağlamışlardı. Bunun üzerine Sayın Erdoğan’da, “Ben duygusal değilim sadece sorumluyum. İsrail’i de sorumlu olmaya davet ediyorum. İsrail’in yaptığı zulümden başka bir şey değil” diye cevap vermişti.
O zaman da ülkemizde coşkun bir heyecan hali vardı. Atıp tutuyor asıp kesiyorduk. ABD ve batı dünyası da o zaman da aynı duyarsızlık içerisinde idi. Arap dünyası da –halklar bazında-kaynıyordu. Mitingler, sloganlar gırla gidiyordu.
Aynı bugün gibi.
Ama millet olarak hafızamız maalesef biraz kötü, çabuk unutuyoruz.
Sonrasında ne oldu söyleyeyim mi; koskoca bir hiç.
Peki, bu gün durum nasıl, gene Gazze katliamı sonrası gibi öfke ile kalkıp yerimize üzerine oturacak mıyız?
Zannediyorum bu sefer de pek farklı olmayacak.
Neden olamayacak anlatayım.
İki ihtimal var. Ya Türkiye İsrail’i bu yaptıklarından dolayı cezalandıracak. Ya da dünya kamuoyunu harekete geçirip İsrail’e hesap sorulacak.
Her iki alternatif de maalesef öyle kolay değil.
Şu an son durum nedir bilemem ama İsrail ile yürütülen beş askeri projemiz var. M-60 tanklarının modernizasyonu, füze savunma sistemi, 54 adet F-4 savaş uçağının ve 48 adet F-5 savaş uçağının modernizasyonu gibi.
Terör ile mücadelede İnsansız Hava Aracını da (Heron) İsrail’den aldığımızı unutmayalım.
Sık sık dile getirilir TSK neden İsrail ile iş yapıyor, ihale veriyor diye. İşin gerçeği şudur; TSK’nın elindeki silahların pek çoğu ABD yapımı. Bu silahların parça ihtiyacı ve geliştirilmesi bizi ABD’ye bağımlı kılıyor. ABD’de o teknolojiye uyumlu silahları ve parçalarını benden değil İsrail’den alabilirsin diyor. Buna mecbur ediyor.
Hadi gidip savaşalım diyenler maalesef boş konuşuyor.
Gaza gelip kendinizi Osmanlı zannetmeyin, Türkiye Cumhuriyeti’nin şu an ki gerçekleri maalesef çok acı.
Bu gün de Mavi Marmara katliamı sonrası aynı heyecan ile esip gürlüyoruz. Araplardan halklarından alkış alıyoruz, hoşumuza da gidiyor.
Arap dünyası halkları sürekli Türkiye’ye gaz veriyor. Türkiye bayrakları ile sokaklarda boy gösteriyorlar. Peki Arap dünyasının bize bakışının altındaki bize biçtiği misyon, bu gün itibarı ile altından kalkabileceğimiz bir misyon mudur? Maalesef hayır.
Batı dünyasının oyuncağı Birleşmiş Milletler olayı kınayamıyor bile.
Millet olarak alışamadığımız uluslar arası arenadaki konumumuz, yani kaale alınmama.
Sokaktaki insanından, başbakanına kadar olan bitenler karşısında hırçınlığımız biraz bundan. İşin gerçeği millet olarak Osmanlı tarihsel mirasının altında eziliyoruz.
Hükümetin yapılabilecek her şeyi yaptığına ve yapmaya hazır olduğuna hiç şüphem yok. Ancak yapılabilecek şeyler kadar bir şey yapabilirsiniz. Yani boyunuz kadar.
O sebeple bu gün itibarı ile ülkemiz gerçeklerini halka anlatmayıp, milleti gaza getirmenin âlemi yok.
Hele Ergenekon gibi, Demokratikleşme gibi tarihi ve bıçak sırtı bir süreçte hiç alemi yok.
Ama bu sefer dünya kamuoyunu harekete geçirme ve Gazze’ye yapılan ablukanın kaldırılması konusunda eskiye nazaran daha etkin bir durumdayız.
Hamasi şeyler yazsa idim eminim çok hoşunuza giderdi. Maalesef durum budur dost acı söyler.
Beklenen prangalarından kurtulmuş, itibarlı ve güçlü bir Türkiye’dir…
Erkam Tufan Aytav
Osmanlı son dönemi Yeniçerilere atfedilen bir sözdür bu. Gerçekten söylenmiş midir bilinmez. Ama günümüze kadar intikal etmiş bir söz işte.
Türkiye’nin şu an ki halini çok iyi anlatıyor aslında.
Gazze katliamı sonrasında yazımın başlığına Osmanlı refleksleri ile ayağa kalkıp, Türkiye Cumhuriyeti gerçekleri ile yerimize oturmak demiştim.
O zaman da dünya ayağa kalkmamıştı. Yine başta ABD olmak üzere pek çok batılı ülke idare-i kelam etmişti. ABD Newyork’da bir daire parası kadar bir miktar (5 milyon $) rakamı Gazze’ye insani yardım için ayırmıştı.
Başbakan Tayyip Erdoğan o dönem de `O bombaların altında ölen çocukların, o savunmasız kadınların, annelerin ahı yerde kalmayacak, o gözyaşları yerde kalmayacak. Allah İsrail`i cezalandıracak’ diyerek milletin duygularına tercüman olmuştu.
İsrailli yetkililer ise bu ifadeleri Erdoğan’ın duygusallığına yormuştular ve Türk halkını yatıştırmayı amaçladığına bağlamışlardı. Bunun üzerine Sayın Erdoğan’da, “Ben duygusal değilim sadece sorumluyum. İsrail’i de sorumlu olmaya davet ediyorum. İsrail’in yaptığı zulümden başka bir şey değil” diye cevap vermişti.
O zaman da ülkemizde coşkun bir heyecan hali vardı. Atıp tutuyor asıp kesiyorduk. ABD ve batı dünyası da o zaman da aynı duyarsızlık içerisinde idi. Arap dünyası da –halklar bazında-kaynıyordu. Mitingler, sloganlar gırla gidiyordu.
Aynı bugün gibi.
Ama millet olarak hafızamız maalesef biraz kötü, çabuk unutuyoruz.
Sonrasında ne oldu söyleyeyim mi; koskoca bir hiç.
Peki, bu gün durum nasıl, gene Gazze katliamı sonrası gibi öfke ile kalkıp yerimize üzerine oturacak mıyız?
Zannediyorum bu sefer de pek farklı olmayacak.
Neden olamayacak anlatayım.
İki ihtimal var. Ya Türkiye İsrail’i bu yaptıklarından dolayı cezalandıracak. Ya da dünya kamuoyunu harekete geçirip İsrail’e hesap sorulacak.
Her iki alternatif de maalesef öyle kolay değil.
Şu an son durum nedir bilemem ama İsrail ile yürütülen beş askeri projemiz var. M-60 tanklarının modernizasyonu, füze savunma sistemi, 54 adet F-4 savaş uçağının ve 48 adet F-5 savaş uçağının modernizasyonu gibi.
Terör ile mücadelede İnsansız Hava Aracını da (Heron) İsrail’den aldığımızı unutmayalım.
Sık sık dile getirilir TSK neden İsrail ile iş yapıyor, ihale veriyor diye. İşin gerçeği şudur; TSK’nın elindeki silahların pek çoğu ABD yapımı. Bu silahların parça ihtiyacı ve geliştirilmesi bizi ABD’ye bağımlı kılıyor. ABD’de o teknolojiye uyumlu silahları ve parçalarını benden değil İsrail’den alabilirsin diyor. Buna mecbur ediyor.
Hadi gidip savaşalım diyenler maalesef boş konuşuyor.
Gaza gelip kendinizi Osmanlı zannetmeyin, Türkiye Cumhuriyeti’nin şu an ki gerçekleri maalesef çok acı.
Bu gün de Mavi Marmara katliamı sonrası aynı heyecan ile esip gürlüyoruz. Araplardan halklarından alkış alıyoruz, hoşumuza da gidiyor.
Arap dünyası halkları sürekli Türkiye’ye gaz veriyor. Türkiye bayrakları ile sokaklarda boy gösteriyorlar. Peki Arap dünyasının bize bakışının altındaki bize biçtiği misyon, bu gün itibarı ile altından kalkabileceğimiz bir misyon mudur? Maalesef hayır.
Batı dünyasının oyuncağı Birleşmiş Milletler olayı kınayamıyor bile.
Millet olarak alışamadığımız uluslar arası arenadaki konumumuz, yani kaale alınmama.
Sokaktaki insanından, başbakanına kadar olan bitenler karşısında hırçınlığımız biraz bundan. İşin gerçeği millet olarak Osmanlı tarihsel mirasının altında eziliyoruz.
Hükümetin yapılabilecek her şeyi yaptığına ve yapmaya hazır olduğuna hiç şüphem yok. Ancak yapılabilecek şeyler kadar bir şey yapabilirsiniz. Yani boyunuz kadar.
O sebeple bu gün itibarı ile ülkemiz gerçeklerini halka anlatmayıp, milleti gaza getirmenin âlemi yok.
Hele Ergenekon gibi, Demokratikleşme gibi tarihi ve bıçak sırtı bir süreçte hiç alemi yok.
Ama bu sefer dünya kamuoyunu harekete geçirme ve Gazze’ye yapılan ablukanın kaldırılması konusunda eskiye nazaran daha etkin bir durumdayız.
Hamasi şeyler yazsa idim eminim çok hoşunuza giderdi. Maalesef durum budur dost acı söyler.
Beklenen prangalarından kurtulmuş, itibarlı ve güçlü bir Türkiye’dir…
Erkam Tufan Aytav
Fethullah Gülen : "Faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmak”
Fethullah Gülen : "Faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmak”
İşte bam teli cümle bu.
Mavi Marmara katliamını sonuç veren eylem hakkında Sayın Fethullah Gülen’in açıklaması gündeme bomba gibi düştü.
Toplumda esen rüzgâra ters bir açıklama yaptı. Adeta rüzgâra karşı yürüdü. Hocaefendi bu sözünün toplumda nasıl algılanabileceğini bilmemesi mümkün değildi elbette. Ama her şeye rağmen popülizme girmedi ve bildiği gerçeği büyük bir cesaretle açıkladı. Şöyle bir ortamda doğru bildiği uğrunda rüzgâra ters yürümeyi ancak Sayın Gülen yapabilirdi. Her türlü tepkiyi göğüsleme pahasına bu açıklamayı yaptı.
Sayın Gülen basına verdiği röportajdan önce verdiği taziyesinde; ‘Gazze'de yaşanan insanlık dramına son verebilmek beklentisiyle yola çıkan, uğradıkları müessif saldırıda hayatlarını kaybederek şehit olan insanlarımıza Allah'tan rahmet diler, başta aileleri olmak üzere; milletimize ve insanlığa taziyelerimi bildiririm’ demişti.
Hemen arkasından da büyük cesaret isteyen o çarpıcı açıklamasını yaptı. Açıklamasında "Faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmak” cümlesi izin almak için her türlü yol denenmeliydi ifadesinin dayanağını teşkil etmektedir.
Bu cümle Sayın Fethullah Gülen Hocaefendi’nin hizmet felsefesinin temelini ifade eder. Bu felsefenin Anadolu’nun derinliklerine uzanan Mevlanalara, Yunus Emrelere, Bediüzzaman Said Nursilere dayanan kökleri vardır.
Şimdi bu cümleyi biraz açalım ve anlamaya çalışalım.
Sonuç alamama, hatta şartları aleyhinize çevirebile riski olan davranışlara girmemektir esas olan. Bu kavga, anarşi ve sokak eylemlerine alabildiğine kapalı olmayı gerektirmektedir. Problemleri zamana yayarak çözmeye çalışmayı işaret eder. Bu felsefe çatışmacı değil uzun vadede çözüm arayıcıdır.
Size bir örnek vermek istiyorum. Cumhuriyetin ilk yıllarıdır. Ülkede pozitivizm rüzgârlarının sert estiği bir dönem yaşanmaktadır. Her şeyi tabiat yarattı fikri hâkim söylemdir. Bir grup öğrenci devrin büyük âlimlerinden Bediüzzaman Said Nursi’ye gelir. Okullarda öğretmenlerinin kendilerine Allah’ı anlatmadıklarını söyleyerek şikâyet ederler.
Bediüzzaman’ın cevabı çok ilginçtir. ‘Allah’a inanmayan o öğretmenleriniz aslında sizlere biyoloji, kimya gibi dersleri anlatırken farkında olmadan Allah’ı ve kudretini anlatıyorlar’ demiştir. Bir bakış açısı, farklı bir perspektif getirmiştir.
Bediüzzaman gençleri ‘demek öyle siz de direnin, sesinizi çıkarın’ değip gençleri kışkırtmamış, sokağa dökmemiş ve bir nesli devletle çatıştırarak telef etmemiştir. Çevresindekileri hep müspet harekete yönlendirmiştir. Buna rağmen devlet Bediüzzaman’dan hiç hoşlanmamış, ona hayatını zindan etmiştir. Onun bu eziyetlere tepkisi ise ‘bana bunu reva görenlere karşı bile hakkı helal ediyorumdur’. Bu tepkisi ile amacı kendisine bağlıların sistemle, devletle çatışmacı bir başkaldırı ilişkisine girme ihtimalini ortadan kaldırmaktır.
Bediüzzaman’ın eylem tarzının adı müspet harekettir ve toplumun önemli bir kısmında karşılığını bulmuştur. Buna mukabil bu eylem tarzını benimsemeyen, hatta korkak bulan çatışmacı bir dil üzerinden çözüm arayan İslami hassasiyetleri olan kitleler de toplumumuzda var olagelmiştir.
Ezilmek, haksızlığı uğramak, ötekileştirilmek karşısında duyulan öfke bu çatışmacı dilin temelini oluşturur.
‘Ezilmişlerin, ötekileştirilmişlerin’ İslam yorumu reaksionerdir, elektriklidir, kavgacıdır, hissidir ama aynı zamanda çok ta samimidir. Gerekirse canını vermekten geri kalmaz. Böyle olması da anlaşılabilir bir durumdur. Zülüm karşısında öfkenin dışa vurumudur bu. Ama maalesef aynı zamanda manipüleye de açıktır.
Ortadoğu bu tarz eylemlerin merkezidir. Gerek yerel, gerek global zalimlerin zulümleri karşısında ezilmiş, sömürülmüş, zenginlikleri elinden alınmış, hatta ümitleri ellerinden alınmış kızgın kitlelerdir bunlar. Öfke ve kin boşalması mitinglerde, şehit cenazelerinde ortaya çıkar. Ama öfke nereye kadar varır işte bunu kimse bilemez. Saman alevi gibidir bu tarz eylemler her an kontrolden çıkabilir ve eylem sahibine zarar verebilir.
Ülkemizde de 1950’lı yıllardan bu yana merkeze tutunmaya çalışan, sistemin beyaz unsurları tarafından itilen öfkeli kitle, Ortadoğudaki öfkeli kitle ile duygu paylaşımı yaşadı. Bu da siyasetten, sokak hareketlerine oradan insan ilişkilerine her şeyi etkiledi. Bu süreç bu gün de yaşanmakta.
Bu gün Mavi Marmara katliamı karşısında ‘ayol ne oluyoruz Ortadoğu’daki görüntülerin birebir benzeri bizde de var’ yaklaşımı ülkemizin gerçeklerinden uzak yaşamamın bir sonucudur.
Benzeş, paylaşılmış duygular benzer görüntüleri netice verdi.
Konuyu toparlarsak ülkemizde ‘aynı acıyı hisseden ama farklı tepki veren’ iki ayrı eylem tarzı vardır.
Biri çatışmacı öbürü ise sistem içerisinde kalarak problemi çözme yaklaşımı.
Hoşnutsuzluğun mobilizasyonu
İşte Fethullah Gülen Hocaefendi gibi fikir önderleri sistem karşısında hoşnutsuzluğun yaratmış olduğu enerjiyi müspete yönlendirmiş ve hep çevresini otoriteye başkaldırı adına sokak hareketlerinden uzak tutmuştur. Uzun vadeli ve kalıcı çözümler önermiştir.
Mavi Marmara katliamı karşısında herkes gibi benimde kalbim öfke ve acı hissetmekte. Hissiyatım sokaklara çıkıp bağırıp çağırmayı istiyor. Aklım ise Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yaklaşımının aklıselimi temsil ettiğini söylüyor.
Faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmanın ülkemizin ve Müslümanların hayrı olmayacaktır. Bu otorite zalim de olsa.
Gördüğüm kadarı ile İHH’nın tek amacı yardımın Gazze’ye oluşması değildi. Öncelikli amacı ambargoyu kaldırtmak için dünyanın dikkatini çekmekti. Yoksa yardım Mısır Refah kapısı üzerinden ulaştırılması mümkündü. Gazze’ye yardım götüren Kimse Yokmu Derneği bu güne kadar 3.309.010,50$’lık yardımı Refah sınır kapısından bizzat Gazzelilere ulaştırdıklarını biliyorum. Kimsenin burnu kanamadan bu yardımlar yapıla geldi bu güne kadar.
Bunun için Sayın Gülen gemiler daha harekete geçmeden, İsrail'in nasıl tepki vereceğini tahmin etmenin güç olduğunu, bir sorun çıkmaması için diplomatik yolların sonuna kadar zorlanması gerektiğini söylüyordu. Bu sağlanamayacaksa, kritik bir zamanda Türkiye'yi savaşın eşiğine getirecek bir krize meydan vermemek için başka yolların aranması gerektiğini ifade etti.
Bu paralelde Dışişleri Bakanlığı ve MİT, İHH yetkilileri ile görüşmesine ve uyarmasına rağmen uyarılar dikkate alınmadı. Hatta hükümet milletvekillerini gemiye binmelerini önledi.
Henüz olay çok sıcak. Şehitlerimizin naaşları ortada. Gerekli tepkiler verilmelidir ama aklıselimi elde bırakmamak kaydı ile.
Arap dünyasının tepki ve sloganlarına benzeşen tavır ve davranışlarla bir sonuca ulaşılabilseydi, Araplar bu güne kadar ulaşılırdı zaten.
Aklıselimi ve soğukkanlılığı elden bırakmayalım.
Erkam Tufan Aytav
İşte bam teli cümle bu.
Mavi Marmara katliamını sonuç veren eylem hakkında Sayın Fethullah Gülen’in açıklaması gündeme bomba gibi düştü.
Toplumda esen rüzgâra ters bir açıklama yaptı. Adeta rüzgâra karşı yürüdü. Hocaefendi bu sözünün toplumda nasıl algılanabileceğini bilmemesi mümkün değildi elbette. Ama her şeye rağmen popülizme girmedi ve bildiği gerçeği büyük bir cesaretle açıkladı. Şöyle bir ortamda doğru bildiği uğrunda rüzgâra ters yürümeyi ancak Sayın Gülen yapabilirdi. Her türlü tepkiyi göğüsleme pahasına bu açıklamayı yaptı.
Sayın Gülen basına verdiği röportajdan önce verdiği taziyesinde; ‘Gazze'de yaşanan insanlık dramına son verebilmek beklentisiyle yola çıkan, uğradıkları müessif saldırıda hayatlarını kaybederek şehit olan insanlarımıza Allah'tan rahmet diler, başta aileleri olmak üzere; milletimize ve insanlığa taziyelerimi bildiririm’ demişti.
Hemen arkasından da büyük cesaret isteyen o çarpıcı açıklamasını yaptı. Açıklamasında "Faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmak” cümlesi izin almak için her türlü yol denenmeliydi ifadesinin dayanağını teşkil etmektedir.
Bu cümle Sayın Fethullah Gülen Hocaefendi’nin hizmet felsefesinin temelini ifade eder. Bu felsefenin Anadolu’nun derinliklerine uzanan Mevlanalara, Yunus Emrelere, Bediüzzaman Said Nursilere dayanan kökleri vardır.
Şimdi bu cümleyi biraz açalım ve anlamaya çalışalım.
Sonuç alamama, hatta şartları aleyhinize çevirebile riski olan davranışlara girmemektir esas olan. Bu kavga, anarşi ve sokak eylemlerine alabildiğine kapalı olmayı gerektirmektedir. Problemleri zamana yayarak çözmeye çalışmayı işaret eder. Bu felsefe çatışmacı değil uzun vadede çözüm arayıcıdır.
Size bir örnek vermek istiyorum. Cumhuriyetin ilk yıllarıdır. Ülkede pozitivizm rüzgârlarının sert estiği bir dönem yaşanmaktadır. Her şeyi tabiat yarattı fikri hâkim söylemdir. Bir grup öğrenci devrin büyük âlimlerinden Bediüzzaman Said Nursi’ye gelir. Okullarda öğretmenlerinin kendilerine Allah’ı anlatmadıklarını söyleyerek şikâyet ederler.
Bediüzzaman’ın cevabı çok ilginçtir. ‘Allah’a inanmayan o öğretmenleriniz aslında sizlere biyoloji, kimya gibi dersleri anlatırken farkında olmadan Allah’ı ve kudretini anlatıyorlar’ demiştir. Bir bakış açısı, farklı bir perspektif getirmiştir.
Bediüzzaman gençleri ‘demek öyle siz de direnin, sesinizi çıkarın’ değip gençleri kışkırtmamış, sokağa dökmemiş ve bir nesli devletle çatıştırarak telef etmemiştir. Çevresindekileri hep müspet harekete yönlendirmiştir. Buna rağmen devlet Bediüzzaman’dan hiç hoşlanmamış, ona hayatını zindan etmiştir. Onun bu eziyetlere tepkisi ise ‘bana bunu reva görenlere karşı bile hakkı helal ediyorumdur’. Bu tepkisi ile amacı kendisine bağlıların sistemle, devletle çatışmacı bir başkaldırı ilişkisine girme ihtimalini ortadan kaldırmaktır.
Bediüzzaman’ın eylem tarzının adı müspet harekettir ve toplumun önemli bir kısmında karşılığını bulmuştur. Buna mukabil bu eylem tarzını benimsemeyen, hatta korkak bulan çatışmacı bir dil üzerinden çözüm arayan İslami hassasiyetleri olan kitleler de toplumumuzda var olagelmiştir.
Ezilmek, haksızlığı uğramak, ötekileştirilmek karşısında duyulan öfke bu çatışmacı dilin temelini oluşturur.
‘Ezilmişlerin, ötekileştirilmişlerin’ İslam yorumu reaksionerdir, elektriklidir, kavgacıdır, hissidir ama aynı zamanda çok ta samimidir. Gerekirse canını vermekten geri kalmaz. Böyle olması da anlaşılabilir bir durumdur. Zülüm karşısında öfkenin dışa vurumudur bu. Ama maalesef aynı zamanda manipüleye de açıktır.
Ortadoğu bu tarz eylemlerin merkezidir. Gerek yerel, gerek global zalimlerin zulümleri karşısında ezilmiş, sömürülmüş, zenginlikleri elinden alınmış, hatta ümitleri ellerinden alınmış kızgın kitlelerdir bunlar. Öfke ve kin boşalması mitinglerde, şehit cenazelerinde ortaya çıkar. Ama öfke nereye kadar varır işte bunu kimse bilemez. Saman alevi gibidir bu tarz eylemler her an kontrolden çıkabilir ve eylem sahibine zarar verebilir.
Ülkemizde de 1950’lı yıllardan bu yana merkeze tutunmaya çalışan, sistemin beyaz unsurları tarafından itilen öfkeli kitle, Ortadoğudaki öfkeli kitle ile duygu paylaşımı yaşadı. Bu da siyasetten, sokak hareketlerine oradan insan ilişkilerine her şeyi etkiledi. Bu süreç bu gün de yaşanmakta.
Bu gün Mavi Marmara katliamı karşısında ‘ayol ne oluyoruz Ortadoğu’daki görüntülerin birebir benzeri bizde de var’ yaklaşımı ülkemizin gerçeklerinden uzak yaşamamın bir sonucudur.
Benzeş, paylaşılmış duygular benzer görüntüleri netice verdi.
Konuyu toparlarsak ülkemizde ‘aynı acıyı hisseden ama farklı tepki veren’ iki ayrı eylem tarzı vardır.
Biri çatışmacı öbürü ise sistem içerisinde kalarak problemi çözme yaklaşımı.
Hoşnutsuzluğun mobilizasyonu
İşte Fethullah Gülen Hocaefendi gibi fikir önderleri sistem karşısında hoşnutsuzluğun yaratmış olduğu enerjiyi müspete yönlendirmiş ve hep çevresini otoriteye başkaldırı adına sokak hareketlerinden uzak tutmuştur. Uzun vadeli ve kalıcı çözümler önermiştir.
Mavi Marmara katliamı karşısında herkes gibi benimde kalbim öfke ve acı hissetmekte. Hissiyatım sokaklara çıkıp bağırıp çağırmayı istiyor. Aklım ise Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yaklaşımının aklıselimi temsil ettiğini söylüyor.
Faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmanın ülkemizin ve Müslümanların hayrı olmayacaktır. Bu otorite zalim de olsa.
Gördüğüm kadarı ile İHH’nın tek amacı yardımın Gazze’ye oluşması değildi. Öncelikli amacı ambargoyu kaldırtmak için dünyanın dikkatini çekmekti. Yoksa yardım Mısır Refah kapısı üzerinden ulaştırılması mümkündü. Gazze’ye yardım götüren Kimse Yokmu Derneği bu güne kadar 3.309.010,50$’lık yardımı Refah sınır kapısından bizzat Gazzelilere ulaştırdıklarını biliyorum. Kimsenin burnu kanamadan bu yardımlar yapıla geldi bu güne kadar.
Bunun için Sayın Gülen gemiler daha harekete geçmeden, İsrail'in nasıl tepki vereceğini tahmin etmenin güç olduğunu, bir sorun çıkmaması için diplomatik yolların sonuna kadar zorlanması gerektiğini söylüyordu. Bu sağlanamayacaksa, kritik bir zamanda Türkiye'yi savaşın eşiğine getirecek bir krize meydan vermemek için başka yolların aranması gerektiğini ifade etti.
Bu paralelde Dışişleri Bakanlığı ve MİT, İHH yetkilileri ile görüşmesine ve uyarmasına rağmen uyarılar dikkate alınmadı. Hatta hükümet milletvekillerini gemiye binmelerini önledi.
Henüz olay çok sıcak. Şehitlerimizin naaşları ortada. Gerekli tepkiler verilmelidir ama aklıselimi elde bırakmamak kaydı ile.
Arap dünyasının tepki ve sloganlarına benzeşen tavır ve davranışlarla bir sonuca ulaşılabilseydi, Araplar bu güne kadar ulaşılırdı zaten.
Aklıselimi ve soğukkanlılığı elden bırakmayalım.
Erkam Tufan Aytav
Etiketler:
bediüzzaman,
Fethullah Gülen,
Gazze,
Hocaefendi,
Said Nursi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)