14 Aralık 2016 Çarşamba

Olacağı buydu!

Aslında Türkiye’de yaşananlar tam anlamı ile bir devrim.

Laikçi Kemalistler tarafından ezilmişlerin, aşağılanmışların, devrimi bu.

Bir dönem onları ezenlere karşı intikam duyguları ile hareket edenlerin devrimi.

İntikam ve rövanş duyguları ana saik olunca da ne hak tanıyorlar ne de hukuk.

Geçmişte hayal bile edemedikleri iktidara, paraya ve güce kavuştular.

Başları döndü ve sarhoş oldular.

Dizginlerinden boşanmış gibiler.

Kim ‘yanlış yapıyorsunuz’ derse kesip biçiyorlar.

Çünkü iktidarlarını, menfaatlarını kaybetmek istemiyorlar.

Hani birisini padişah yapmışlar önce babasını asmış ya! Aynen öyle işte.

Ezilmiş, horlanmış, ötekileştirilmiş, aşağılanmış bir halkın, böyle bir toplumsal bir sınıfın birikmiş öfkeleri ile yapacağı devrimden ne olur?

İşte böyle bir şey olur.

Çapulcu bir zihniyet çıkar karşımıza.

Rüşvet onlara göre kar paylaşımıdır.

Muhaliflerin malları ganimettir.

Adaletsizlik adaletin ta kendisidir.

Çünkü bugüne kadar haksızlığa uğrayanlar kendileridir. ‘Haklarını geri almaya gasp, hırsızlık, adaletsizlik denmez’.

Esas olan rövanşı almaktır.

Geçmişte horlanmalarına mukabil muhaliflerini sürekli aşağılamaya çalışırlar. Ezilmişlikleri ve kompleksleri ruhlarına işlemiştir çünkü. Bu ruh haletini bir türlü üzerlerinden atamazlar.

Üstelik bütün bu yaptıklarına İslami bir kavram da bulurlar. Cihat!

Fetvacıları da hazırdır. Hazırdır çünkü fetvacıları da aynı sosyal sınıftan gelmiştir. Onlar da bugüne kadar kendilerini ezenlere karşı öfke doludur.

Bir taraftan cihat yaptıklarını düşünürler, diğer taraftan da keselerini doldurmaya bakarlar. Her iki çaba da birbirine ‘gayet uyumludur’.

Bu toplumsal sınıfın önde gelenleri için ‘Allah için kurban, küp için kavurma’ gibi bir durumdur bu. Küpleri sürekli dolar ama ‘Allah için’ kurban meselesi biraz karışıktır.

Yıllarca birikmiş bir öfkenin patlamasını yaşıyorlar.

Reisleri işte bu öfke patlamasını sömürerek bugünlere geldi zaten.

Sıkıştı mı geçmiş defterleri açar, tabanının yaşamış olduğu acıları hatırlatır ve tekrar kanatır. Bu ona siyaset için yeter ve artar.

Bu ezilmiş taban ilk kez adam yerine konduklarını düşünmektedir. Reisleri bu psikolojiyi iyi bildiği için Saray'ına özellikle muhtarları sık sık kabul eder. Bunun sembolik bir önemi vardır. Bir başka sembol de başörtüdür. Daha önce giremedikleri Çankaya'da ve Saray'da başörtülüler vardır artık. 

Bu sebeple ezilmiş kitlenin gözü ne hırsızlık görür ne de yolsuzluk. Reis onları karanlık geçmişlerinden kurtarmıştır. Tarihi bir fırsat ellerine geçmiştir. 

Komşularının tutuklanmaları, mallarına el konmaları, işkenceden geçirilmeleri bile onları pek ırgalamaz. 

Çığlıklar atarak yağmaya koşan, elinde kılıçla önüne geleni kesen selefi zihniyet ile karşı karşıyayız.

İşte bu zihniyet devletin bütün kademelerini işgal etmiş durumda. Yasama, yürütme ve yargı, TSK, Emniyet vb. tamamen bu zihniyet tarafından rehin alınmış. 

Bediüzzaman Said Nursi’nin ‘müspet hareket’ konusuna neden bu kadar önem verdiğini şimdi daha iyi anlıyoruz değil mi?

Halbuki Said Nursi de bahsettiğimiz ezilmiş sosyal sınıfa aitti. Üstelik iki kere ezilmişti. Hem dini kimliğinden, hem de Kürt oluşundan.

Ama sürekli talebelerine müspet hareketi tavsiye etmiş, onların intikam ve şiddet duygularını köreltmeye çalışmıştı.  

Ona göre geleceğin Türkiyesi intikam üzerine değil, karşılıklı saygı, diyalog ve birlikte yaşama düşüncesi ile kurulacaktı. 

İşte iktidardaki rövanşist zihniyet ile Hizmet Hareketi arasında en temel fark budur.

Peki, bu zihniyetin hak, hukuk tanımaz bu noktaya gelebileceğini baştan tahmin edemez miydik?

Ona göre hareket edip bu siyasi partiyi destekleme konusunda daha hassas olmaz mıydık?

Elbette olabilirdik. 

Ezilmişlik kompleksini atabileceklerine, değişebileceklerine ve demokratik söylemlerine inandık. 

Bu destek ve yakınlaşma sürecinde Avrupa Birliği'ne girme, yeni Anayasa, diyalog, hoşgörü, birlikte yaşama kavramları ile bu zihniyeti etkilemeye çalıştık.

Sonuç belli. Bir netice alamadığımız ortada.

Biz onları etkileyemedik, dönüştüremedik. Peki şimdi size bir soru sorayım. 

Hizmet Hareketine gönül vermiş bireyler olarak bu yakınlaşma sonucunda biz onlardan negatif olarak etkilendik mi?

Yani bu süreçte müspet hareket fikrinden ve söylemlerinden taviz verdik mi?

Muhtemel. En azından bazılarımız açısından.

Bu etkilenmenin bazılarımızın üslubumuza nasıl yansıdığını düşünerek ve özeleştiriye davet ederek yazımı burada bitireyim.






11 Aralık 2016 Pazar

Tarih sizleri utançla yad edecek!

Şu satırları yazdığım dakika da şehit sayısı 38, yaralı sayısı 138’di.

Maalesef ağır yaralıların olması şehit sayısının arttıracak gözüküyor.

Hepimizin ciğeri yanıyor.

Son yaşanan terör olayının ardında kimler var henüz bilmiyoruz.

Başkanlık hesapları yapan kirli siyasetçiler mi, yoksa bir terör örgütü  mü? 

Bugün olmazsa yarın mutlaka ortaya çıkacaktır.

Terör sonrası yapılan açıklamalar ve yine hiç bir yetkilinin istifa etmemesi sanırım hiçbirimizi şaşırtmadı.

Son bir yılda 17 terör saldırısı gerçekleşti , 372 can kaybı yaşandı, 1.837 insanımız yaralandı. Sonuç  sıfır istifa.

İnanın bugüne kadar böylesine pişkin ve yüzsüz bir siyaset anlayışı bu ülkeye gelmedi.

Bunları destekleyenler iftihar etsin Reis’leriyle, partileri ile.

Destek ve alkışlamaları ile bu şehitlerin kanı onların da ellerine bulaşmış durumda.

Bir teki bile çıkıp da ‘yahu bizim istihbarat örgütümüz yok mu? Niye engel olamıyoruz diyemiyor. Ödleri patlıyor. Halbuki CHP iktidarda olsaydı yeri göğü inletirlerdi.

Korku, iki yüzlülük ve siyasi fanatizm böyle bir şey.

Hele bir İçişleri Bakanı var ki evlere şenlik. Bir zamanlar Demokrat Parti’nin başkanlığını yapmış ve meydanlar da Erdoğan’a demediğini bırakmamıştı. Makam ve ihaleler verilince geçmişini ve söylediklerini birden unutuvermiş ve koşa koşa AKP’de pozisyon almıştı.

Şimdi hem bakan, hem de servet sahibi oldu. 

İşte bu İçişleri Bakanı terör eylemi sonrası bir açıklama yaptı. İntikam alacaklarını söyledi.

Bak bakan efendi, senin görevin intikam almak değil, saldırı öncesi haber almak ve o vatan evlatlarının şehit olmalarına engel olmaktır. Yok bunu yapamıyorsan da saldırganları bulup adalete teslim etmektir. Bunu da yapamıyorsan o koltukta oturmamaktır.

Peki ya bu kirli siyasetin medya uzantılarına ne demeli!




Söz birliği yapmışçasına diyeceğim ama abes kaçacak. Bunların tek bir elden yönetildiğini, manşetlerin talimatla atıldığını hepimiz çok iyi biliyoruz.

O kadar şehit verilmiş, milletin yüreği yanıyor, dünya medyası flaş haber olarak giriyor, bunların manşeti başkanlık. İnanın umurlarında değil.

Tarih sizleri utançla yad edecek bilesiniz.



5 Aralık 2016 Pazartesi

Bediüzzaman’ın talebelerine olan bakış açım

Cadı avı sürecinde yaşananlardan sonra Üstadın talebelerine bakış açım nasıl olmalı?

Bu yazıyı yazıp yazmama konusunda inanın çok düşündüm.

Çünkü kaş yapayım derken göz çıkarmaktan çok ciddi endişe ettim.

Ama yine de yazmaya karar verdim.

Bediüzzaman’ı  asrın müceddidi görenlerdenim.

Etrafındaki talebelerini ve hizmetinde bulunanları da aynı Cemil Meriç gibi hep ‘havariler ormanı’ olarak gördüm.

Bediüzzaman’a bırakın sahip çıkmayı ona talebe olmayı, uzaktan selam verenlerin bile hapse atıldığı, sürgün edildiği, eziyet edildiği bir dönemde onlar Üstad’ın yanında yer aldılar.

Bu, ateşken koru tutmak gibi bir şeydi o günler için.

Yürek isterdi, güçlü iman isterdi.

Üstad’ın talebelerinden Binbaşı Asım Abi’nin cenazesinin kılınabilmesi için eşinin kapı kapı ‘adam’ araması örneği bile o günlerin çilesini anlatmaya yeterlidir sanırım.

Ben Üstadı ve risaleleri Hizmet Hareketi sayesinde tanıtım.

İmanımın kurtulmasında Risalelere, dolayısı ile o Risaleleri günümüze taşıyan Üstad’ın Talebelerine ve Fethullah Gülen Hocaefendiye/Hizmet’e çok şey borçluyum.

Üstad’ın Talebelerine bakış açımda Fethullah Gülen Hocaefendi’nin büyük rolü olduğunu da belirtmek isterim.

Hocaefendi’den bugüne kadar Üstad’ın Talebeleri hakkında hep hürmet ve saygı ifade eden cümleler duydum. Onları hep aziz tutuğunu gördüm ve işittim.

Bu anlatımların tesiri ile de onları hep ‘yeryüzüne inmiş insan görünümlü melekler’ olarak düşündüm.

Yıllar önceydi.  Yanlış hatırlamıyorsam 1990 yılıydı. Anadolu’nun bir şehrine Rahmetli Bekir Berk abiyi, Rahmetli Birinci Abiyi ve Mehmet Fırıncı Abiyi sohbet için davet etme cüretini göstermiştim. Cüret diyorum çünkü ben kimdim ki onları davet edecektim?

Nezaket gösterip gelmişlerdi. Bu Üstad’ın talebeleri ile ilk karşılaşmamdı. İnanın elim, ayağım birbirine dolaşmıştı. Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilememiş, ellerine kapanmıştım. Tahmin edeceğiniz üzere tevazularından ellerini öptürmemişlerdi.

Rahmetli Bekir Berk Abi, sohbette ne anlatayım diye sormuştu da ben de ‘bize Üstad’tan bahseder misiniz’ demiştim. O da oturduğu yerden heyecanla kalkmış haddimin fevkinde ‘sen Üstadın Veysel Karani’sisin diyerek sarılmış iltifatta bulunmuştu. Elbette bu iltifatı benim gibi biri için teşvik amaçlıydı.

Ama dünyalar benim olmuştu.

Yıllar sonra TVNET’te ve BugünTV de yaptığım programlara Mehmet Fırıncı abiyi davet etmiştim. Zahmet edip gelmişti. Benim için tarihi programlardı. Bırakın yayında karşılıklı konuşmak, aynı karede olmak bile benim için şerefti.

Derken bugünlere geldik.

Fethullah Gülen Hocaefendi ve Hizmet Hareketine karşı cadı avı başladı. Eğitim müesseselerine el koymalar, burs verdi diye, yurt yaptırdı diye kadın, yaşlı demeden hapislere atmalar, mallara el koymalar, hakaretler, işkenceler, linç girişimleri, hapishanelerde infazlar...

Gönül isterdi ki Üstad’ın Talebeleri bu cadı avına karşı dursunlar. ‘Hayır Hizmet Hareketine gönül verenlere terörist diyemezsiniz, bu zulmü yapamazsınız’ desinler.

Ama olmadı, demediler.

Bırakın itiraz etmeyi içlerinden bazıları Hizmet’e gönül verenler ve Hocaefendi hakkında ağır sözler söylediler. Hocaefendi’nin Amerikan’ın emrinde olduğunu ifade edenler bile oldu.

Yakılan ateşi söndürmek yerine kürek kürek odun taşıdılar.

Yayın hayatı boyunca hep ‘menfi söylem’ üzere nam yapmış Akit gazetesine röportajlar verdiler. Bu gazetenin köşelerinde Nur camiasından isimler yazılar yazmaya başladı. Kendilerini Akit gazetesine pek bir yakın hissettiler. Ve bu yakınlıktan pek bir mutlu oldular.

Havuz medyasında Hocaefendi ve Hizmet Hareketi hakkında ağır iftiraların atıldığı programlarda boy gösterdiler.

Hele bu süreçte -Allah gani gani rahmet eylesin- Cemal Uşak’a yaptıkları vefasızlık var ki onu hiç hazmedemiyorum.

Yeri gelmişken bahsetmez isterim.

Cemal Uşak, Nur camiasının önde gelenlerindendi. Mehmet Fırıncı Abi’nin de yakın akrabasıydı. Cemal bey ile (müsaadeniz yazımın bu kısmından itibaren Cemal abi diye yazacağım) yıllarca omuz omuza Nur Hizmetinde bulunmuşlardı. Cemal abi Nur Camiası’nın önde gelenlerindendi.

Cemal abi, Üstadın talebelerinin ‘izni ile’ 1995 yılında Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nda göreve başlamış, tam 20 yıl bu vakıfta hizmet etmişti.

Gün geldi, cadı avı başladı. Cemal abi o ağır kanserli hali ile bir sabah erkenden ülkesini terk etmek zorunda kaldı.
Yoksa tutuklanacaktı. Hakkında yakalama kararı vardı.

O gün Zaman gazetesindeki arkadaşları aramış Nur Camiasının önde gelenlerinin telefonları vermiş tek tek arayıp görüş alsanız iyi olur diye rica etmiştim. Sağ olsunlar onlar da aramışlardı.

Ama tahmin edebileceğiniz gibi bir teki bile ağzını açıp ‘olur mu böyle şey, Cemal Uşak nasıl terörist olabilir, bu yapılan haksızlıktır’ diyememişti.

Kahrolmuştum. Cemal abi gibi melek gibi bir insana böyle bir vefasızlık nasıl yaparlardı? Hatta samimiyetimin olduğu bir isme telefon açıp ‘yazıklar olsun bu mu sizin vefanız? Bu mu sizin dostluğunuz? Ben ki Cemal abiyi 20 yıldan beri tanıyorum ve feryat ediyorum bu haksızlığa. Siz ki 40 yıldan beri tanıyorsunuz, hiç mi vicdanınız sızlamadı, sokakta bir kediye bile eziyet edilse susamayız, siz Cemal abi için sesinizi çıkarmıyorsunuz’ diye sitem etmiştim.

Bu telefon konuşmamı aylar sonra Cemal abiyi yurt dışında sürgünde iken ziyaretine gittiğimde anlatmıştım. Ağır kanser hastasıydı ve son günlerini yaşıyordu, bir deri bir kemik kalmıştı. Kederli ve mahzun bakışlarla dinlemiş ve ‘Erkamcığım inan bana hiç şaşırmadım’ demişti. Eski dostlarına karşı kalbi buruk ve kırık bu dünyadan göçtü, gitti.

Yazımın git gide sertleştiğinin farkındayım. Duygularıma hakim olmam ve Üstad’ın hatırına burada firene basmam lazım.

Yazımın başlığına ‘Üstad’ın talebelerine bakış açım’ demiştim.

Bir taraftan Üstad’ın havariler ormanından bir ağaç olma bahtiyarlığı ve kahramanlığı, bir taraftan da son dönemde yaptıkları bunca vefasızlıklar, iftiralar, hakaretler ve ateşe odun taşıma telaş ve gayretleri.

Birbirine o kadar zıt ki.

Peki, bütün bu yaşanmışlıklardan  sonra onlara olan bakış açımı, onlara olan duygularımı nasıl ayarlamam gerekirdi?

İnanın bunu çok düşündüm. Zannediyorum benim gibi pek çok kişi de aynı konuyu düşünüyordur.

Geldiğim nokta şu,

Hayat denen filim şeridinde takdir edilecek ve çok saygı duyulacak kareler olduğu gibi utanılacak kareler de olabiliyor. Üstadın havarileri olmuş olmalarından dolayı ‘o karelerine’ hep saygı duyacağım, hep takdir ve minnet ile yad edeceğim. Ama cadı avı dönemindeki karelerine asla.

Temennim, dileğim ve duam hesabın mahşere, Mahkeme-i Kübra’ya kalmaması, kul hakkı ile öbür dünyaya gidilmemesi ve helalleşmenin dünyada olması.

Ve peşinden gittikleri Reisleri ile ve cadı avında aynı düzlemde bulundukları Perinçek ile beraber haşrolmamaları.





1 Aralık 2016 Perşembe

Führer ile Reis arasındaki şaşırtıcı benzerlikler...


Nazi Almanya’sının Führer’inin yani Hitler’in hikayesi ile Reis’in hikayesi arasında büyük benzerlikler olduğunu görürüz diyerek yazıma başlayayım.

Her ikisinin de hayata basit bir insan olarak başlamalarından, siyasete girmelerine, kurdukları komplolara, seçimlerdeki başarılarına ve yaptıkları zulümlere kadar bu benzerlikleri görebiliriz.  

Führer de zaten anlam olarak bir bakıma Reis demektir. Bu bile benzer.

Peki bu benzerlikler bize neyi gösterir?

Reis’in, Führer’i örnek aldığını mı, yoksa diktatör olmanın doğal sürecini mi?

Bence ikincisi. Yani diktatörlerin diktatör olmalarından kaynaklanan benzerliklerdir bunlar.

Yoksa Reis’in Hitlerin hayatını okuduğunu ve incelediğini hiç sanmam.

Şimdi gelin bu şaşırtıcı benzerlikleri bir bir sıralayalım. Benzerlik konusunda haklı mıyım haksız mıyım artık siz karar verin.

Her ikisi de hayata basit bir işçi olarak başladı.

Führer hayatına Avusturya da basit bir işçi olarak başlamıştı.

Reis de varoşlarda büyümüş ve İstanbul’da Belediyede işçi olarak hayata başlamıştı. Fakirdi. Siyasete atıldığı ilk yıllarda şunu söylemişti. ‘Bir gün zengin olduğumu görürseniz bilin ki hırsızlık yapmışımdır’.

Her ikisi de iktidara gelmeden önce hapis yatmışlardı.

Führer 1923 yılında yaptığı başarısız bir darbe girişimi sonucunda hapse atılmış ve 5 yıl hapis yatmıştı.

Reis ise 6 Aralık 1997’de Siirt’e yapığı bir konuşmada halkı sınıf, ırk, din, mezhep gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik ettiği gerekçesi ile 10 ay hapis cezası aldı. 4 ay 10 gün sonra yani 24 Temmuz 1999’da tahliye edildi.

Her ikisi de oy aldığı kesimin ezilmişlik duygularını sömürdü. Her ikisinin de oy aldığı kesimin korkutulacağı bir geçmişi vardı.

Birinci Dünya savaşı sonucunda Kasım 1918 de Alman halkı için onur kırıcı Versay anlaşması imzalanmıştı. Führer konuşmalarında sürekli Versay Anlaşmasına vurgu yapar ‘asla o günlere geri dönülmeyeceğini’ vurgulardı. Führer, onuru kırılmış ve ekonomik buhran yaşayan Alman halkı için bir ümitti.

Osmanlı sonrası kurulan laik Cumhuriyet pek çok kesimi dışladığı gibi dindar ve geleneklerine bağlı kesimi de dışlamış, aşağılanmış ve horlamıştı. Reis bu kesimin içinden çıkmıştı. Aşağılanmış ve dışlanmış kitleler Reis’e oy vermezlerse eski günlere döneceklerinden korkuyorlardı. Onlar için eksiye dönüş tam bir kabustu. Siyasi hayatı boyunca sürekli oy aldığı bu kesimin sınıfsal öfkelerini istismar etti. O kesim için umut oldu.

Her ikisi de oy kitlesine geçmişte olduğu gibi şanlı bir gelecek vaat etmişti. Her ikisi de hayal pazarlamıştı.

Führer Alman halkına Büyük Alman İmparatorluğunu vaat etmişti. Almanlar da buna inanmıştı.

Reis de şanlı Osmanlı İmparatorluğun yeniden mümkün olacağını, Yeni Türkiye kavramı ile bunu başaracaklarını, Türkiye’nin yeniden merkez ülke olacağını söylemişti. Seçmen tabanı da buna inanmıştı.

Her ikisi de güçlü bir hitabete sahipti. İnsanları etkiliyorlardı.

Miting meydanları tıka basa doluyordu. Her ikisi de ne derse halk inanıyor, bugün ak deseler alkışlıyorlar, yarın kara deseler yine alkışlıyorlardı.

Her ikisi de basın özgürlüğüne inanmıyorlardı. Güçlü propaganda araçları vardı.

Medyayı ele geçirmişler, muhalif medyayı susturmuşlardı. Tamamen susturma aşamasına gelinceye kadar sürekli muhalif medyayı hedef göstermişlerdi. Halkın gerçekleri öğrenebilme adına bir mecraları kalmamıştı. Aynı yalanı binlerce kere söyleyerek halkı ikna ediyorlardı.

Führer’e göre ‘söylediğiniz yalan ne kadar büyük olursa, o kadar etkili olur ve insanların o yalana inanması o kadar kolaylaşırdı’.

Reis de Kabataş yalanında olduğu gibi, Sümeyyeye suikast yalanında olduğu gibi, üst akıl yalanında olduğu gibi, darbenin ardında cemaat var yalanında olduğu gibi... büyük yalanlar uydurmuş ve halkı bunlara inandırmıştı.

Reis tarafından ezilmişliği sürekli sömürülen halk ta bu yalanlara inanmaya teşneydi.

Her ikisi de kurdukları bir komplo ile kendilerine muhalif kitleyi şeytanlaştırmış ve tasfiye etmişlerdi.

27 Şubat 1933 Alman Parlamentosu Reichstag yangını ile 15 Temmuz 2016 ‘tuhaf’ darbe girişimi ve TBMM’nin bombalanması büyük benzerlikler gösterir.

Führer Faşizminin başlaması için Alman Parlamentosu Reichstag’ın yanması gerekiyordu. 27 Şubat 1933 de bu yangın gerçekleşti. Seçimlere giden Almanya’da muhaliflerin yok edilmesi için eşsiz bir fırsat doğmuştu. Führer derhal Sosyal Demokratları ve komünistleri suçladı, halkı da buna ikna etti.

Reis ise darbe girişiminin daha ilk saatinde Hizmet Hareketi’ni suçlu ilan etti. Halkı da bu yalana ikna etti.

Yangının ertesi günü Führer, Hindenburg’a anayasanın kişi ve hak ve özgürlükleriyle ilgili maddelerini ortadan kaldıran kararname hazırlattı.

Reis ise hemen Olağanüstü Hal ilan etti ve darbeden 6 gün sonra Avrupa İnsan Hakları sözleşmesini askıya aldığını duyurdu.

Führer ilan ettiği düşmanın adı ‘Kızıl Komlo’ydu. Komünistleri ve Sosyal Demokratları ve Yahudileri ve bütün muhalifleri bu torbanın içine doldurdu.

Reis’in ilan ettiği düşmanın adı ise ‘FETÖ’dür. Hizmet Hareketi’ni ve muhalif her kesimi bu torbanın içine doldurdu.

Führer hemen Komünist avı başlattı. 4 bin komünist tutuklattı. Yahudiler için korkunç günler artık başlamıştı.

Reis, 3 yıldır devam ettiği Cadı avında artık sınır tanımaz oldu. 100 binin üstünde insan kamuda işten atıldı, 30 bin insan gözaltına alındı, 15 binden fazla insan hapse atıldı, 1.100 özel okul ve üniversite kapatıldı ve devletleştirildi. Binlerce iş adamının mallarına el kondu. 170’in üstünde gazeteci hapse atıldı. Binlerce insan ülkeden kaçmak zorunda kaldı.

27 Şubat 1933 Alman Parlamentosu Reichstag yangını sonrası Führer artık tek adamdı ve devleti artık tamamen ele geçirmişti.

15 Temmuz 2016 ‘tuhaf’ darbe girişimi ile Reis artık tek adamdır. Devlet ‘tamamen’ ona teslim olmuştur.

Her ikisi de seçilerek gelmişlerdi.

Seçimle gelmişler ama seçimle gitmemişlerdi. Çeşitli komplolar ile oylarını sürekli arttırmışlardı. Bu komplolar kimi zaman terör arttırmak, kimi zaman meclisi bombalatmak yada yakmak şeklinde olmuştu. Sandık sonuçlarıyla da istedikleri gibi oynayabiliyorlardı. Propaganda araçları ellerinde olduğu için de halkı istedikleri gibi yönlendirebilmişlerdi.

Her ikisi de düşman gördüğü kitleyi önce şeytanlaştırdı, sonra yok etti.

Führer için düşman bütün siyasi rakipleri, Yahudiler, Romanlardı. Güçlü hitap yeteneği ve ele geçirdiği medya ile onları toplumun gözünde şeytanlaştırdı. Mallarına el koydu, hapse attı, öldürttü. Yahudilerin dükkanlarına ilanlar asıldı, onlardan alış veriş yapılmamasını emretti.

Reis ise başta Hizmet Hareketi olmak üzere muhalif gördüğü herkesi, sosyalistler, liberaller, Kürtler vb tutuklattı. Mallarına el koydu. Bazı dükkanlar Hizmet Hareketi mensupları bu dükkandan alış veriş yapamaz diye ilanlar astı. Binlerce kişinin pasaportunu iptal ettirdi ve yurt dışı çıkış yasağı koydurdu. Bütün bu temel insan haklarının ihlali için şüphe ve ihbar yeterliydi.

Her ikisi de yargıyı kendilerine bağlamış ve özel mahkemeler kurmuşlardı.

Führer’e göre ‘yargı devlet hayatının efendisi olamaz, devlet politikasının hizmetinde olmalıdır’. Führer’in emrinde Halk Mahkemeleri vardı. Yargı doğrudan ona bağlıydı.

Reis’e de benzer cümleler kurmuştu, ‘yargı milletin seçtiği hükümete, siyasete, milli iradeye, istikamet çizemez’di. Yargıyı tamamen kendine bağladı. Yüksek yargı mensupları ile çay topladı.

Her ikisi de ‘yerli ve milli’ kavramlarını öne çıkartı.

Führer’e göre muhalif partiler ve Yahudiler milli olmadıkları için ‘Büyük Almanya’ için çalışmıyorlardı. Dış güçlerin işbirlikçileriydiler. Dolayısı ile vatan hainleriydi. Milli menfaat için yok edilmeliydiler. Yahudi dükkanlarına ilanlar asıldı, boykotlar yaptırıldı nihayetinde de yok edildiler. Yerli ve milli olanlar sadece Hitlere biat edenlerdi.

Reis de bütün konuşmalarında yerli ve milli kavramlarını öne çıkardı. Hizmet Hareketi’ni Amerikan ajanı, İsrail ajanı olarak ilan etti. Hatta o kadar ileriye gitti ki Hizmet Hareketine sahip çıkan devlet başkanlarını terör örgütünün işbirlikçisi ve üyesi olarak ilan etti. Merkel’i bile ‘hizmet ablası’ ilan ettiğini unutmayalım.

Cumhuriyetin ilk yıllarındaki ‘Türk’e Türk’ten başka dost yok’ yaygın ifadesini daha da daralttı. Tek yerli ve milli olan sadece kendisine biat edenlerdi. Bunun dışında kalanlar haindi. Ölenleri de hainler mezarlığına gömdürttü.

Her ikisinin de sık ifade ettiği slogan ‘Tek halk, tek millet, tek lider’di. Kendilerini başkomutan olarak nitelediler.

Führer de, Reis de kelimesi kelimesine aynı sloganı kullandı.

‘Tek halk, tek millet, tek lider’.
‘Ein volk, ein reich, ein fuhrer’.

İktidarlarına ortak kimseyi istemiyorlardı. Tek adamdılar. Her dedikleri emirdi. İtiraz edenler ise haindi.  

Reis de başkomutan olduğunu sık sık vurguladı. 15 Temmuz 2016 tuhaf darbe girişimi sonrasında Kuvvet Komutanlarını kendisine bağladı.

Her ikisi de kendilerini milli iradenin sembolü olarak gördüler.

Führer’e ihanet millete ihanet demekti. Führer eşittir milletti. Führer Milli iradenin sembolü ve temsilcisiydi.

Birebir aynı yaklaşımı Reis’te de görürüz. Reis hazırlattığı afişlerde fotoğraflarının altında milli irade ifadesini özellikle yazdırdı ve seçim kampanyalarında kullandı.

Her ikisi de kendilerinin Allah tarafından özel olarak gönderilmiş olarak görüyorlardı. Her ikisi de hubristi.

Mutlak doğrunun ne olduğunu ancak kendileri bildiklerini zannediyorlardı. Sıfırdan başlayıp zirveye çıkmış olmaları, her mücadeleden zaferle çıkmış olmaları onları böyle yapmıştı.

Führer kurmayları ile yaptığı toplantıda suikast girişiminden kurtulmasını ilahi bir misyonunun bir kanıtı olarak görmüştü. İşin ilginç yanı halk ta onu öyle görüyordu.

Reis de taraftarlarının kendisine kutsallık atfeden ifadelerini hep kabul edici bir sessizlikle karşılamıştı. O ezilmiş İslam dünyasının beklenen Mesih’i ve kurtarıcısıydı. Reis buna inandığı gibi taraftarları da buna inanmaktaydı.

Diyanet İşleri Başkanlığı mensupları Erdoğan’ın İslam dünyasının halifesi olarak gördü. Kabul etmeyenleri Diyanetten attı.

Her ikisinin rejiminin sembolü aynıydı, otobanlar, duble yollar.

Führer de, Reis de otobanlara büyük önem verdiler. Yaptıkları anketlerde otobanların geçtiği şehirlerde ciddi oy patlaması gördüler. Bu onları otoban yapmaya sevk etti. Bu yollar Führer ile o kadar özdeşleşmişti ki bu yollara Adolf Hitler yolları denmişti. Seçim kampanyalarında bu otobanları bol bol kullanmıştı

Reis’in Başbakanı ve sağ kolu Binali Yıldırım otobanların mimarıdır. Bir gün miting meydanlarında ‘batılılar bizim otobanlarımızı kıskanıyor’ diyebilmiş ve kendini dinleyen halk ta onu çılgınca alkışlamıştır.

Her ikisi de gençliğin yetiştirilmesine büyük önem verdiler.

Bu gençliğin rol modelleri kendileridir. Bu nesil kinci ve intikamcıdır. Führer kendisine tapan faşist bir nesil yetiştirdi.

Reis de oğlu ve parti ileri gelenleri ile kurduğu vakıflar üzerinden okullar ve yurtlar açtı. Bu vakıflara devletin örtülü ödeneğinden ve işadamlarından alınan haraçlar ile büyük paralar aktarıldı. Başta İmam Hatipler olmak üzere yetişen neslin rol modeli Reis’di. Bu nesil de kinci ve intikamcı olarak yetiştirildi.

Her ikisi de 3 çocuk doğurmaları konusunda kadınları teşvik ediyorlardı.

Führer 3 çocuk yapmayı emretmişti. Nüfusun çoğalması güç demekti. 3 çocuk yapana vergi muafiyeti gibi kolaylıklar tanıdığı gibi, çocuk başına da 10’ar Mark para vermişti.

Reis de nüfusun artması için sürekli 3 çocuk yapmaları konusunda halka çağrılar yapmıştı. Ama Reis 3 çocuk yapan aileleri para yerine nasihat vermiştir.

Her ikisi de halka kömür ve yiyecek yardığımı yapmış, kendilerine mecbur kılmıştı.

Führer 1936 yılında yaptırdığı afişlerde,  ‘Kimse aç kalmamalı! Kimse üşümemeli, Hiçbir Alman Üşümemeli! Führer size 11,5 Milyon Metreküp kömür verdi, sizde Ona oyunuzu verin! yazdırmıştı.

Reis de belediyeler üzerinden kömür ve erzak dağıtmış, sadaka ekonomisi ile oy veren halkı kendisine bağlamıştı.

Her ikisi de kurdukları rejimin bin yıl süreceği hayalini kuruyordu.

Kurdukları rejimin ilelebet süreceğine inanıyorlardı. Mitinglerinde ve konuşmalarında bunu sık sık vurguluyorlardı. ‘Büyük Almanya’ idealine inanmayanların yeri toplama kamplarıydı. ‘Büyük Türkiye’ ham hayaline inanmayanların yeri de hapishaneydi yada hainler mezarlığı.

Her ikisi de pervasızca suç işlediler. Suç ortakları da kendilerine inanan halktı.

Temel insan haklarını hiçe saydılar. Tarihin ben büyük suçlarını işlediler. Irklarından, düşüncelerinden, siyasi duruşlarından dolayı insanları yok ettiler, hapsettiler, işkence ettiler. 

Çünkü hesaba çekileceklerine inanmadılar.

Hesaba çekilmeye dair en küçük bir ihtimal onları daha da zalimleştirdi.

Führer’in de ona inanan halkın da sonu korkunç oldu.

Alman halkı, Nazi Almanya’sı işgal edilip, yüzbinlerce Alman öldükten ve Führer intihar ettikten sonra ancak girdiği hipnozdan kurtulabildi. Ama artık çok geçti.

Hayatta kalan ve kaçamayan Nazi yönetimi ve bürokrasisi yargılanırken bütün sorumluluk Hitlerin diyerek paçalarını kurtulmaya çalıştılar.

Ama bu onları kurtarmadı. Çünkü suç ortaklarıydılar.

Alman halkı artık o utanç günlerini hatırlamak istemiyor. Naziler ve onlara oy veren Alman halkı tarihin utanç sayfalarına geçtiler.

İnsanlar fırınlara atılırken, işkence edilirken, hapse atılırken, mallarına el konulurken seslerini çıkarmadıkları gibi alkışlamışlardı.

Zulüm umurlarında bile olmamıştı.

Naziler ve onların Führer’i geride bir taraftan büyük bir acı ve trajedi bırakırken, diğer taraftan ise büyük bir utanç bıraktı.

Führer’in ve Führer Almanya’sının sonu böyle oldu.

Führer ile Reis arasında bu kadar benzerlikten sonra akıbeti de benzer mi dersiniz?