27 Aralık 2010 Pazartesi

Diyarbakırlı Berfin

Diyarbakır’lı Berfin

Asıl adı bende mahfuz.
Ben ona Berfin diyorum. Türkçesi Kardelen çiçeği.
Doğuda açan ya da daha doğru ifade ile açmaya çalışan milyonlarca çiçekten sadece bir tanesi.
Onu Diyarbakır’da şehrin varoşlarında faaliyet gösteren bir okuma salonunda tanıdım. Sekizinci sınıf öğrencisiymiş, Anadolu liselerine hazırlanıyormuş.
Okuma salonunda gördüğüm benzerleri gibi o da acılarla büyümüş, hayatın ağır yükünü sırtlayıp çocuk olmadan yaşlanmaya başlamış geleceğin annelerinden sadece biriydi o.
Berfin hiç hak etmediği acı hayatın faturasını çocuk kucaklarında, çok erken yaşlarda bulmuş.
Gelin onu biraz daha yakından tanıyalım.
Henüz daha dört yaşındayken siyasi olaylardan dolayı evleri yakılıp köyleri tahliye edilince Diyarbakır’a yeni bir hayat kurmaya gelmişler.
Küçük meleğimizin babası işsizlik ve psikolojik nedenlerden dolayı kendini yakıp intihar ederek omuzlarındaki tüm yükü bir miras gibi annesi ve kardeşlerine bırakır. Üç kız kardeşin en büyüğüdür Berfin.
Annesi temizlik yaparak, kendisi de küçük seyyar arabası ile sebze satarak hayatta kalmaya çalışırlar.
Büyük fedakârlıklarla kardeşlerini okutur ve kendi eğitimine de devam eder.
Annesi ve kardeşleriyle hayata tutunmaya çalışan meleğimiz aslında Anadolu Lisesi sınavlarından pek de korkmadığını söylüyor. O zaten en büyük sınavını daha dört yaşındayken vermiş.
Şu an 12 yaşında. Sekiz yıl önceki yıkım, daha dün yaşanmış gibi yüzüne ve ruhuna işlemiş. Çok hüzünlü, bundan daha kötü ne olabilir ki der gibi her şeye hazırlıklı. Kendilerini ev sahibinin insafına bırakmışlar. Ne olmak istediğini sorduğumuzda onun deyimiyle araştırmacı (bilim kadını) diye cevaplıyor. Ama söylerken yaşadıklarının etkisiyle gözlerinden ümitsizlik damlıyor.
Eğitim ve Halkla İlişkileri Geliştirme Derneği’nin (EHİDER www.ehider.com) açmış olduğu okuma salonunda Berfin ile sohbetimiz devam ederken şefkat meleği öğretmeni Nursultan hanım devreye giriyor ve ‘işte tam burada EHİDER olarak bizim misyonumuz devreye giriyor’ diyor ve ekliyor; ‘bu çocukların umut ve hayallerini yeniden yeşertecek somut adımlar atmaya çalışıyoruz, Berfin gibi yüzlerce meleğin elinden tutuyor, ücretsiz takviye ve Anadolu liselerine hazırlık kursları veriyoruz’.
Bu sırada Berfin’in öğretmeni Nursultan hanımın gözlerine büyük bir sevgi ve mutlulukla baktığını fark ediyorum.
Berfin’in yanından ayrılıp öğretmen odasına geçiyoruz. Öğretmeni anlamaya devam ediyor;
‘Hedefimizde dersleri erkenden başlatmak vardı. Ama öğrencilerin çoğu maddi açıdan rahat bir yıl geçirmek için diğer illere çalışmaya gitmişler. Maddi olarak en iyi öğrencilerimiz babası asgari ücretle çalışan çocuklar. Okuma salonlarımızda 10 nüfuslu bir ailede olan, evinde çamaşır makinesi olmayan, tek göz odalı eve doksan lira kira ödeyen, kendisine ait odadan geçtik bir çalışma masası bile olmayan, yokluktan değil de mezarlıkta su satarken çocuklardan yediği dayaktan şikâyet eden, dershane kaydına kucağında kardeşiyle gelen, tek derdi SBS olmayan, hayat sınavını da vermeye çalışan, üstü topraklarla örtülmüş çıkarılıp işlenmeyi bekleyen, varoşlardan var olmaya çalışan sayısız meleğimiz var.’
EHİDER’in Diyarbakır varoşlarında açtığı 21 tane okuma salonu var. Ücretsiz binlerce öğrenciye hizmet veriyor. Her sene 10/15 bin müracaat olduğunu öğreniyorum.
Altı yıldır hizmet veren bu okuma salonları Berfinlerin okuma umudu oluyor; hayatı, kaderi değişiyor. Sadece çocuğun değil ailesinin de kaderi değişiyor.
Neden bu okuma salonlarını şehrin içinde değil de varoşlarında açıyorsunuz diye soruyorum; çünkü şehre gidecek minibüs paraları dahi yok cevabını alıyorum.
Diyarbakırlı hayırsever işadamlarının katkıları ile yürüyen bu okuma salonlarında Anadolu liselerine hazırlık kursları veriliyor. Kazandıklarında ise lisede okuma imkânları olmadığı için burs imkânı da sunuluyor. Çok fakir aileler Kimse Yok mu derneğine bildiriliyor odunları kömürlerin alınıyor.
Başlangıçta bu okuma salonları ‘birileri tarafından’ taşlanmış, yakılmış. Ama onlar yılmamışlar. Millet sahiplendikçe bu saldırılar zamanla azalmış.
Öğretmen odasından çıktığımda kapının önünde Berfin gülerek bize bakıyor ve evine davet etmek istediğini söylüyor.
Öğretmeni Nursultan Hanım ile peki diyoruz. Berfin önde biz arkada Diyarbakır varoşlarının dar sokaklarında ilerliyoruz. Evde annesi bizleri karşılıyor. Odadaki tek divana buyur ediyorlar, kendileri yerde oturuyorlar. Berfin’e kardeşlerini soruyorum, satmak için köye sebze almağa gittiklerini söylüyor.
Berfin gözlerini öğretmeninin gözlerinden hiç ayırmıyor.
Annesi ne kadar ısrar ettiyse de rahatsız etmeyelim diyerek müsaade istiyor ve kalkıyoruz.
Kapıda annesi öğretmeni Nursultan hanıma Kürtçe bir şeyler söylüyor. Daha sonra ne dediğini öğreniyorum.
-‘İyi ki varsınız’-
Evet, iyi ki varsınız. Doğunun kardelen çiçeklerinin solmamaları için ter döken eğitim kahramanları. İyi ki varsınız.

THY'nin sponsor olduğu üçüncü takım

Onbeş gün önce St. Petersburg Gazeteciler Ligi Başkanı Alekseeva Marina Nikolaevna’dan gelen maili okuyunca önce çok şaşırmıştım.

Gelen mailinde “St. Petersburg Gazeteciler Ligi’nin düzenlemiş olduğu UMUT KUPASI adlı Uluslararası Gazeteciler Basketbol Turnuvasına davet ediyordu.

Turnuvadan amaçları görevi başında vefat etmiş gazetecileri anmak ve ailelerine yardımda bulunmakmış. Bu sene 16.sını yapıyorlarmış. İlk turnuva 1995 yılında yapılmış ve St. Petersburg ve Moskova medyasının mensupları katılmışlar. Zamanla turnuva uluslararası hale getirilmiş ve Litvanya da bu turnuvaya dâhil edilmiş, bu yıl da RUTİD (Rus Türk İşadamları Derneği) in destekleri ile Türkiye’de turnuvaya dâhil edilmiş olmuş.

Helal olsun Ruslara. Bir gazeteciler birliği ölmüş arkadaşlarının arkada kalmış ailelerine yardım için seferber olmuş. Ben Türkiye’de böyle bir şey şimdiye kadar duymamıştım.



Daveti kabul edip Türkiye medyasından bir takım kurmak için kolları sıvadım. Epey aradım taradım, medyada basketboldan anlayan adam bulmada gerçekten zorlandım. Bu işi gerçekten bilen gazeteci olarak sadece iki kişi olduğu tespit ettim. Biri Mithat Bereket, öbürü de Etyen Mahçupyan. İkisi de maça gelemedi. Hiç tahmin etmezsiniz ama Etyen Bey de vaktinde epey oynamış basketbolu. Şimdi buraya yazınca kızacak ama ben gene yazayım ‘ilermiş yaşına’ rağmen katılmayı çok arzu etti ama vaktini ayarlayamadı. Mithat Bereket’te randevularını iptal edemedi ve katılamadı.

Sonuçta ne mi oldu? Zar zor bir takım kurup Petersburg’a gittik. Bakın takim kimlerden oluştu; Sabah’tan Mahmut Övür, Radikal’den Enis Tayman, ATV‘den Alper Altuğ, CNN Türk’ten Onur Tan, Zaman’dan Celil Sagır, Medialog Platformdan Fatih Ceran ve ben.



Takımın halinden sonuç aslında belliydi ama biz gene de büyük bir cesaretle turnuvaya katıldık.

Rakiplerimiz Litvanya Medya karması, Peterburg Gazeteciler Ligi karması, Rusya Kablolu Televizyonlar (TKT) karması, Rus 100 TV kanalı bir de Rus NTV kanalı.

Sahaya çıktığımızda olayın ciddi olduğu farkettik ama artık çok geçti. Her biri 1.90 cm uzunluğunda dalyan gibi Rus gazetecilerini görünce sahadan kaçmak istedik ama mümkün olmadı.

Basketten ziyaret pinpon takımı görüntümüz vardı.

Umudumuz ve içimizde en uzunumuz olan CNN Türk’ten Onur Tan’dı, üniversite yıllarında basket oynamış. Bir ara ATV‘den Alper Altuğ yahu ben 1.60 boyumla ne yaparım deyip sahaya çıkmamak istedi ama kolundan tutup sahaya zorla soktuk. En ihtiyarımız Mahmut Övür’dü ama sahada nasıl koşuyordu bir görseniz.

Turnuva St. Petersburg Basketbol akademisinde, profesyonel hakemler eşliğinde gerçekleşti. Toplam iki maç yapıp hemen elendik. Bir ara fark çok ciddi açılınca top çevirelim de iyice rezil olmayalım dedik ama top ta çeviremedik. Velhasılı Ruslar bizi eze eze yendiler, birimizin bacağı döndü, benim de parmağım çıktı. Beni hemen hastaneye kaldırdılar ve parmağımı alçıladılar. Kırık parmakla ancak bu yazı bu kadar yazılabilir. Y ve Ş harflerine bir türlü basamıyorum.



Mazeret uydurup takımda yer almayan gazeteci dostlara da buradan teessüflerimi iletmiş olayım. Sayenizde rezil olduk.

Skoru sormayın ben de söylemeyim. Yenildik ama ezilmedik diyemeyeceğim, hem yenildik hem ezildik.

Ne yapalım biz de Türkiye Basketbol Medya karması olarak bundan sonra önümüzdeki maçlara bakacağız.

THY’nın Barcelona ve Manchester United’ten sonra sponsor desteği verdiği üçüncü takım biz olduk.

Formalarımızın sırtında Türk Hava Yolları yazıyordu.

Bu şeref de bize yeter.

29 Kasım 2010 Pazartesi

Çöp karıştıran bir ordu olur mu?

Wikileaks olayı umarım pek çok kişinin dediği gibi ABD için yeni bir 11 Eylül anlamına gelmez.
11 Eylül olayının sonuçları itibarı ile kime yaradığı ortada. ABD’li şahinler için ikiz kulelerin yıkılması enerji coğrafyasına yerleşmek ve yeni düşman üretmek için iyi bir vesile olmuştu.
Bakalım ABD dışişleri bakanlığı gizli belgelerinin deşifresi ne tür sonuçlar doğuracak?
Gelelim bu gizli belgelerdeki çok ilginç bilgilere. Hele bir tanesi var ki okuyunca güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. Şimdi ben buraya yazıyım nasıl tepki vereceğinize siz karar verin.
ABD Ankara Büyükelçiliğinden ele geçirilen belgelere göre- tabii eğer doğruysa- Türkiye'de darbeyi bekleyen ABD'li bir üst düzey yetkili, İslami duyarlılığın artmasından da şikayetçiymiş.. Raporunda TSK Fethullah Gülen’in fikirlerini hayatına rehber etmiş veya bir şekilde etkilenmiş kişileri fişliyormuş.
Gene iddiaya göre nasıl fişliyormuş bir bakalım;
TSK, ‘irticacı’ olduğu iddia edilen subayların çöplerini karıştırarak belge arıyormuş. Çöp kovalarında ‘uzun süre’ içki şişesi bulunmayan subaylar fişleniyormuş.
Demek ki boş içki şişeleri sık sık çöp kovalarında arz-ı endam etmesi gerekiyormuş. İçmeye ara verince fişlendin gitti.
İrticacı subaylar- bu irticacılık ne demekse- kurnazlık yapıp boş içki şişelerini çöplüklerine koyarlar diye de başka yöntemler de geliştirilmiş.
TSK mayolu partiler de düzenlemeye başlamış. Nasıl yapılıyormuş bu partiler bakalım.
Ordu tesislerinde havuz başında düzenlenen partilere subaylar eşleri ile birlikte davet ediliyorlarmış. Bu partilerde herkes soyunup mayolarını ve bikinilerini giyiyorlarmış. Dindar oldukları için gitmeyi reddeden kadınlar, kocalarının kariyerini tehlikeye atıyor ve fişleniyorlarmış. Bir önceki içki şişesi hassasiyeti de havuz başında muhtemelen devam ediyor olmalı.
Demek partiye katılan subayların bikinili eşlerine dikkatlice bakılıyor yeterince laik olup olmadığı kontrol edilmiş oluyormuş. Sakın yanlış alamayın ve kalbinizi bozmayın, her şey vatan için.
Ortaya çıkan fotoğrafı düşünebiliyor musunuz? Genel Kurmayın emri ile çöp karıştıran, eşlerin bikinilerini takip eden bir ordu.
Benzer bir uygulamayı bilmem kaçıncı cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in de yaptığı gazetelerde yer almıştı. Üst düzey bir bürokratın ataması yapılmadan önce apartman kapıcısı Kazım’a atanacak kişinin eşinin başı açık mı değil mi diye sorulmuştu.
Basına yansıyan ABD Dışişleri Bakanlığının belgelerinde çok ilginç bir de ayrıntı var. Bu bilgileri kendilerine bir Türk gazeteci tarafından verdiği iddia ediliyor. İstihbarat çok sağlam demek ki. Devletimiz bir dönem irtica ile mücadelede istihbaratı kapıcı Kazım’dan alırken ABD’li yetkililer ise bir Türk gazeteciden alıyormuş. Fikir eksersizleri yapıp bu ‘vatansever’ Türk gazetecinin kim olduğuna şimdilik girmeyelim.
Konu ile ilgili bir başka iddia da şu; e-muhtıra sonrası ABD’li yetkililer askeri aramış, Org. Saygun’da ABD'ye şöyle demiş: "Ordu siyasete karışmıyor, istesek tankları sokaklarda yürütürdük." TSK'da Gülen için "cadı avı" yürütülüyor.
Gene belgelere göre Mossad’ın başkanı Meir Dagan Amerikalılara Türkiye'de İslamcıların güçlendiğini söylemiş ve "asıl soru ordunun daha ne kadar sessiz kalacağı" imiş.
Demek bu esnada İsrail ile birlikte aynı duyguları paylaşan TSK içinde birileri irticaya sessiz kalmamak adına yukarıda bahsi geçen temizlik operasyonlarını yapıyorlarmış. Nerede? Havuzbaşında ve çöplüklerde.
Şimdi gelelim Wikileaks internet sitesinin sızdırdığı bu belgelerin güvenilirliğine. Bunların hepsi iddia olduğunu aklımızdan çıkarmayalım.
Ancak belgelerdeki iddialar çok ciddi. Ben şahsen bu sızdırılan belgelere kuşku ile bakıyorum.
Gülen için "cadı avı" yürüten, çöplüklerde dolaşıp çöp karıştıran, emri altındaki subayların eşlerinin bikinili hali ile bizzat görmek için havuzbaşı partiler düzenleyen bir TSK’nın olabileceğine ihtimal verebiliyor musunuz?
Ne dediğinizi duyar gibi oluyorum.
İyisi mi TSK’nın bu çirkin iddialara bir an önce cevap vermesi.

23 Kasım 2010 Salı

‘Kıskanma ne olur çalış senin de olur’!

Geçenlerde Hüseyin Gülerce Zaman gazetesindeki köşesinde ‘Endişeler, cemaat ve cevap’ başlıklı oldukça ilginç bir yazı kaleme aldı. http://zaman.com.tr/yazar.do?yazarno=1038

Yazısında Sayın Gülerce ‘Gülen hareketi’ hakkında öz eleştiri bağlamında bir soru sordu;
‘bu hareket dünyanın dört bir tarafında makul ve makbul bulunurken, kendi ülkemizde hâlâ tasvip etmeyenler çıkıyorsa, kendimizi sorgulamamız lazım. Hangi kusurlarımızdan dolayı yanlış anlaşılıyoruz, yanlış algılanıyoruz, buna bakmamız lazım’
Bence de önemli bir soru bu. Algılamada bir yanlışlık var ise bu problemin masaya yatırılması elbette gerekli. Algıların gerçek olarak telakki edildiği bir dünyada yaşıyoruz çünkü.
Peki, bu hareket kendini anlatmakta elinde geleni bu güne kadar yapmış mıdır? Bu soruya tamamıyla olmasa da büyük oranda yapmıştır diyebilirim. Anlatımda elbette eksikler vardır, tavır, davranış ve ifadelerde kuşku uyandıracak, hassasiyetleri tahrik edecek şeyler de olmuş olabilir.
Türkiye gibi hassasiyetlerin alabildiğine kaşındığı, her türlü provoke eylemlere açık, psikolojik harp uzmanlarının bol olduğu bir ülkede yaptığınız her harekete, her icraata dikkat etmek zorundasınız. Bu yaptığım iş en kötü ihtimalle nasıl algılanır diye düşünmek ve ona göre hareket etmeye mecbursunuz. Bu sağlıklı bir durum mudur? Elbette ki hayır.
Ama unutmayalım ki toplumumuzda karşılıklı güvensizliğin getirdiği hastalıklı bir zeminin varlığı söz konusu.
Peki, bu karşılıklı güvensizliği nasıl çözeceğiz?
Her iki tarafa da bu konuda ciddi görevler düşüyor. Yani Hizmet hareketine gönül vermişlere ve bu hareket hakkında endişe duyanlara.
Anlamaya çalışmak zannediyorum işin püf noktası. Ama önyargısız olarak.
Hizmet hareketine şöyle bir geriye çekilip sakin bir bakmaya çalışalım.
Bu hareketin temelde iki tarafı var. Biri Sayın Fethullah Gülen, diğeri ise gönül verenler.
Her demokratik ülkede olduğu gibi ‘suç olmamak kaydı ile’ herkes düşüncelerini özgürce ifade edebilir. Sayın Fethullah Gülen’in de yapığı bundan ibarettir. Düşüncelerini dünyanın en şeffaf yeri olan cami kürsülerinde ifade etmiştir. Düşüncelerinde suç unsuru hiç bir şeyin olmadığı da mahkeme kararları ile nettir. Yargıtay ceza kurulu oy birliği ile suçsuzluğunu onaylamıştır.
Bu, olayın Sayın Fethullah Gülen’e bakan yönüdür. Bir diğer yönü de onun düşüncelerinin takipçileridir.
Gene her demokratik ülkede olduğu gibi insanlar hiçbir zorlama olmadan, tamamen kendi iradeleri ile istedikleri kişiyi sevip sayabilirler ve istedikleri kişilerin fikirlerini hayatlarına rehber yapabilirler. Bu da gayet normaldir.
Kimsenin ne Sayın Fethullah Gülen’e niye fikirlerini açıklıyorsun diye sormaya, ne de kendisini seven ve sayanlara neden bu zatın fikirlerini kabul ediyorsunuz diye suçlamaya hakkı yoktur.
Suç olmayan fikirleri hayatına rehber yapanların da her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı gibi devletin her kademesinde görev yapmaya hakları vardır. Aynı zamanda okul açmaya da, yurt açmaya da, öğrencilere burs vermeye de hakları olduğu gibi. Üstelik devletten beş kuruş para talep etmeden, kendi ceplerinden harcayarak.
Fikirler özgürce ifade edilir, dileyen kabul eder dileyen etmez. Sayın Gülen’in fikirlerine katılmaya bilirsiniz. Ama ne o zatı ne de bu harekete gönül verenleri karalamaya hakkınız yoktur.
Fikirler demokratik bir ortamda özgürce mücadele etmelidir. Siz de bir fikir ortaya atarsınız insanlar beğenirse peşinizden giderler.
Bel altı vurmak, iftiralar atmak medeni insanlara yakışmaz.
Bu yazıya ve üslubuma yakışmayacak ama ısrarla anlamaya çalışmayıp iftiralar atanlara, bel altı vuranlara, ön yargılarının esiri olanlara verilecek cevap onların seviyesinde olması lazımdır.
Ben de yazımı o seviyede bitirmiş olayım.
Kıskanma ne olur çalış senin de olur.

23 Kasım 2010

Serdar Turgut'a katılmıyorum

Din konusunda liberal değilim. Ve bu görüşe katılmıyorum. İnanan biri olarak katılmam da mümkün değil. Bu başka din mensupları için de bunun böyle olduğunu düşünüyorum.
Evet, Habertürk deki köşesinde yazmış olduğu görüşüne katılmıyorum.

Sayın Turgut’un iddiası şu; ‘bir anne baba çocuğuna hiçbir dini telkin yapmadan büyütmeli. Din konusunda insanlar özgürce ve kendi doğrularına göre karar vermeleri gerek. Çocuk büyüdüğünde özgür bir birey olarak kendi kararını verir’.

Evet, Serdar Turgut bu görüşte ve bunu kendi çocuğuna da uyguladığını söylüyor. Kendi ailesi de Serdar beye bunu uygulamış. Bununla birlikte çocuğuna din ve inanç gibi ağır bir konuda karar vermesini kolaylaştıracak düşünme yöntemlerini de öğretirim diyor.

Serdar beyin savunduğu bu görüş aslında bildik bir görüş. Liberal düşünce bunu söyler. ‘Özgür birey’, ‘kendi seçim hakkı’ gibi kavramlar kulağa gayet hoş gelen şeyler. Çocuğun yetiştirilmesinde pek çok konuda buna evet. Çocuklarımız bizim gibi olmak zorunda olmamalı. Kendi tercihlerini seçebilmeli.

Ama din konusunda liberal değilim. Ve bu görüşe katılmıyorum. İnanan biri olarak katılmam da mümkün değil. Bu başka din mensupları için de bunun böyle olduğunu düşünüyorum

Eğer inandığınız din sizi sonsuz bir kurtuluşa, mutluluğa davet ediyorsa, hayatın bir sınav olduğunu ve bu sınavı ancak bizi yaratan sonsuz gücün çizdiği çerçevede yaşama şartına bağlıyorsa, bu şarta uyulmadığı takdirde -eğer mağfiret edip affetmezse- sonsuz bir azap söz konusu ise burada liberal olmam mümkün değil.

Eğer bu değerlere inanıyorsam ve çocuğuma merhamet ediyorsam benim çocuğumun yetişmesinde canımı dişime takıp onu inançlı olarak yetiştirmem gerekir. Niye çocuğumu inandığım ve doğru bildiğim değerlerle tanıştırmayayım?

Eğer inanmıyorsam ya da inandığımı zannettiğim değerlere karşı tereddütlerim var ise belki o zaman bu konuda çocuğumu özgür bırakabilirim.

Bu doğrudan inanç ile alakalı bir konu. Dünyada çocuğumu uçuruma giderken görsem bu onun bireysel tercihidir, özgür iradesi ile intihara kalkmıştır diyemeyeceğim gibi inandığım ahiret için de bireysel tercihini kullansın demem, daha doğrusu ‘diyemem’.

İşte Serdar Turgut’a anlatmak istediğim konu tırnak içerisine aldığım ‘diyemem’ kelimesinde gizli. İnanıyorsam bu böyle.

Bu dinin doğasında olan bir durumdur. İnanç dünyasında Serdar beyin düşüncesinin yani liberal düşüncenin pratik karşılığı yoktur ve olamaz.

kırmızı et fiyatları ve cemaat

Şimdilik adını vermek istemeyen bir yetkili cemaatin inek sürülerine sızdığı yönünde önemli açıklamalarda bulundu.
Kırmızı et fiyatlarının düşmemesinde cemaatin parmağı olduğu ortaya çıktı!

Yurt dışından ithal et getirilmesine kadar bütün çalışmalara rağmen et fiyatlarının bir türlü düşürülememesi kamuoyunda infiale yol açmıştı.

Vatandaşa ucuz et yedirmek için hükümetin yaptığı çabaların sonuç vermemesi acaba bu işin arkasında bir bit yeniği mi var şeklinde yorumları beraberinde getirmişti.

Şok iddia

Kırımızı et fiyatlarının bir türlü düşmemesinde cemaatin parmağı olduğu ortaya çıktı.

Şimdilik adını vermek istemeyen bir yetkili cemaatin inek sürülerine sızdığı yönünde önemli açıklamalarda bulundu.

Gerekirse konu ile ilgili bir de kitap yazmayı düşündüğünü belirten yetkili şunları söylerdi;

‘Uzun zamandan beri teknik takipteydik. İlk belirlemelerimize göre cemaatin ineklerden sorumlu bir ‘imamı’ olduğu bulgusuna ulaştık. Kod adının ‘Çemişkezekli Şaban’ olduğunu belirledik. Araştırmalarımız cemaatin başta orta Anadolu ve Amik ovasındaki ineklere sızdığını ortaya çıkardı.’

İsmini yazmamızı istemeyen yetkili yazacağı kitap için şimdiden bazı gazeteciler ile besi çiftliklerinde gizli görüşmeler yaptığını, kendisine bu konuda lojistik destek veren medya mensuplarına teşekkürü bir borç bildiğini söyledi.

Anguslar da cemaatten

Eşkali tespit edilen ineklerin imamı Çemişkezekli Şaban’ın yanı sıra, Şaban’a bağlı olarak altında çalışan küçükbaş hayvanlardan sorumlu imamın kim olduğu konusunda araştırmaların devam ettiğini söyleyen yetkili bazı ipuçlarına ulaştıkları müjdesine de verdi. Telefon dinlemelerinde bu ismin ‘Canavar Koyun Orhan’ olduğunu tahmin ettiklerini söyledi.

Yetkili ‘göreceksiniz bunları açıkladım diye cemaat hayatımı cehenneme çevirecek, millet olarak bu cemaat yüzünden vejetaryene döneceğiz anasını satayım’ demeyi de ihmal etmedi.

Yurt dışından getirilen Angusların da dünyanın çeşitli yerlerinde açılmış cemaate ait çiftliklerde yetiştirildiğini burada önemli bir ayrıntı olarak belirtelim.

Haberi gazeteci Nedim Çakır Amik ovasından bildiriyor…

7 Ekim 2010 Perşembe

Sevgili Hakan Albayrak'a açık mektup

Yani sevgili Hakan kardeşim Fethulah Gülen hocaefendi bu konuyu Mavi Marmara bağlamından bağımsız olarak söyledi.
Yeni Şafaktaki köşende Fethullah Gülen Hocaefendi ile ilgili bir ithamda bulunmuşsun.

Demişsin ki;

Geçenlerde evinizde ağırlayıp sohbet ettiğiniz gazeteci arkadaşlarımız "Fethullah Gülen bize Mavi Marmara'dakilerin 'Şehit olmaya gidiyoruz' diye yola çıktıklarını, bile bile ölüme gittiklerini, onların şehit sayılamayacağını söyledi" deyince kanımız beynimize sıçradı!

İşin aslını şimdi benden dinle;

Bahsi geçen sohbette ben de vardım. Ferhat Boratav, Cüneyt Özdemir, Bejan Matur ve Serdar Turgut ile birlikte Sayın Gülen’e ziyarete gittik.

Baştan şunu da söyleyelim kendileri olağan üstü ısrarımız üzerine bizleri kabul etti.

Yaklaşık 1 saatlik bir kahvaltı ortamında muhtelif konular konuşuldu. Türkiye’yi özlemden, terörizme, ABD’deki günlük yaşantısından sağlık sorunlarına, oradan Mavi Marmara olayına kadar pek çok şey sorduk.

Mavi Marmara olayı Serdar Turgut’un sorusu üzerine gündeme geldi. Fethullah Gülen’in bu konudaki çıkışının isabetini dile getirdi. Sayın Gülen’de inandığımı söyledim deyip konuyu orada bitirdi, daha fazla uzatmadı. Arkasından Serdar Turgut İHH’nın ABD kongresinde terörist örgüt olarak kabul edilmesinin söz konusu olduğunu ve bu konuda ne düşündüğünü sordu. Sayın Gülen de çok kısa olarak ‘maalesef öyleymiş ben de duydum’ diyerek üzüntülerini ifade etti.

Daha sonra sohbet bizlerin soruları üzerine başka konulara doğru aktı. Terör konusuna girildi. Sayın Gülen bir ABD’li akademisyenin kendisine terörizm konusunda dininiz de buna zemin hazırlıyor şeklinde ifadede bulunduğunu buna karşı kendisinin cevaben; terörizme İslam’ın cevaz vermediğini, bir insanın bu şekilde bilerek ölüme gitmesinin bırakın cenneti doğrudan cehenneme götüreceğini söylediğini ifade etti. Tabii bu cümleyi aklımda kaldığı kadarı ile mealen aktarıyorum.

Yani sevgili Hakan kardeşim

Fethulah Gülen hocaefendi bu konuyu Mavi Marmara bağlamından bağımsız olarak söyledi.

Kaldı ki sende yazında belirtmişsin;

3 Haziran günü Mavi Marmara şehitleri için yayınladığı taziye mesajında "Filistin'de yaşanan bu drama son verebilmek beklentisiyle yola çıkan, uğradıkları müessif saldırıda hayatlarını kaybederek ŞEHİT olan insanlarımıza Allah'tan rahmet diler, başta aileleri olmak üzere, milletimize ve bütün insanlığa taziyelerimi bildiririm’ demişti.

Bu şekilde taziyesini bildiren bir zat Mavi Marmara’da hayatını kaybedenler hakkında iddia ettiğin şeyleri söylemesi mümkün mü?

Yazının sonunda

HİZMET'e hürmet ve muhabbetimiz elbette baki; fakat Ümmet-i Muhammed'in ve bütün insanlığın kanayan vicdanını temsil eden Mavi Marmara aleyhindeki anlaşılmaz tutumunuzdan ötürü teessüflerimizi bildiririz, vesselam.

Sevgili Hakan işin aslı budur, yanlış bilgiden yanlış yorumlara varmışsın vesselam…

Cemil İpekçi defilesinin perda arkası

Bizim ülkede krizler bitmez. Daha doğrusu biri biter diğeri başlar. Ne dinamik toplumuz yahu. Kasım ayında yapılacak medya çalıştayının hazırlıkları için Ali Bulaç ile Mardin’deyiz.
25 Eylül'de yapılacak 'Bir Doğu Masalı Dört Mevsim' defilesi yüzünden şehirde küçük çapta da olsa gerilim var.

Bu defileyi ilginç yapan Cemil İpekçi’nin işin içinde olması ve defilenin Kasimiye Medresesinde yapılacak olması. (Bilmeyenler için kısaca bilgi vereyim; Kasimiye Medresesi Artuklular zamanında yapımına başlanmış, Akkoyunlular döneminde tamamlanmış, eğitim ve bilim merkezi olarak kullanılmış, içinde derslikler, öğrenci yatakhaneleri, laboratuvar, mescit ve eyvandan oluşan bir külliye.)

Tabii bu ilginçlik bazıları için rahatsız edici bir durum.

Yaklaşık 50 sivil toplum örgütü bu defileye şiddetle karşı çıkıyorlar. Gerekçeleri de Kasimiye Medresesinin kutsal bir mekân olması. ‘Dinimiz rencide ediliyor, kutsal mekâna tecavüz ediliyor’ diyorlar.

Aslında defilenin baş aktörü Mardin valisi Sayın Hasan Duruer. Rahmetli Recep Yazıcıoğlu’nu hatırlatan, sıra dışı bir vali Sayın Duruer. Şehrin ihyasında büyük emekleri var. Oldukça atak ve çalışkan. Yaşam tarzı olarak ta muhafazakâr bir kimliğe sahip namazında niyazında bir vali.

Mardin’i sadece bölgesinde değil bütün dünyada marka şehir haline getirmek için gece gündüz çalışıyor. Mardin’in Bilge köyü katliamı ile hatırlanmasını istemiyor.

Dedim ya sıra dışı işte.

İşte bu sıra dışılıkla Geleneksel Kıyafet Tasarım ve Üretim Projesi geliştiriyor ve bu projeyi Cemil İpekçi ile birlikte gerçekleştiriyor.

2008'den beri Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), hükümetin Sosyal Destek Programı (SODES) ve DPT’in desteği ile projeyi yürütüyor.

İşte bu proje kapsamında Cemil İpekçi’nin rehberliğinde kursiyerler tarafından üretilen kıyafetler Kasimiye Medresesinde sergilenecek. Dünyanın dört bir yanından katılımlar olacak.

Elbette bazı sivil toplum örgütleri dini hassasiyetleri ile bu defileye karşı çıkabilirler, demokratik haklarıdır. Onlar da bu demokratik haklarını kullanıyorlar.

Tarihi medrese 2000 yılına kadar mezbelelik ve sarhoşların uğrak yeriymiş. İçinden altı kamyon çöp çıkarılmış.

Ama işin ilginç kısmı bu sivil toplum örgütlerinin o zaman bu duruma ses çıkarmamış olmaları. ‘Dinimiz rencide ediliyor, kutsal mekâna tecavüz ediliyor’ dememiş olmaları. Mekanın kutsallığını yeni fark etmiş olmalılar.

İşin enteresan bir başka tarafı da medresenin bir odasını halı serdirerek mescide çevirenin ve imam ataması yaptıranın da vali bey olması.

Vali bey kendisini defilede içkili resepsiyon verilmeyecek ve dekolte kıyafetler sergilenmeyecek, Mardin’e özgü yerel kıyafetler sergilenecek diye savunuyor.

Ama tartışma bir türlü bitmiyor, şehirde gerilim devam ediyor.

Diyarbakır'dan çarpıcı notlar

Geçenlerde Diyarbakır Girişimci iş adamları Derneği’nin (DİGİAD) daveti üzere Sabah gazetesinden Emre Aköz, Akşam gazetesinden Nagehan Alçı, Star gazetesinden Elif Çakır, Mehmet Metiner, Akademisyen Bilal Sambur ve Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Mustafa Yeşil ile birlikte Diyarbakır’a gittik.
Bir gece, iki gündüzlük Diyarbakır ziyaretim esnasında şehirde gezme fırsatı buldum. Pek çok Diyarbakırlı ile de görüşme fırsatım oldu. Tuttuğum notları sizlerle paylaşayım

PKK için Osman Baydemir’in ölüsü dirisinden daha değerli.

Bu lafı duyar duymaz irkildim. Ölüm’ün bu kadar kolay söylenmesi karşısında şaşkınlığıma düştüğüm. Garip bir ses tonu ile ‘neden öyle olsun ki’ diye sorabildim karışımdaki Diyarbakırlıya;

Aldığım cevaba göre Baydemir ile örgüt arasında problem varmış, örgüt kendisinden pek memnun değilmiş. Yani dirisinden memnun değillermiş, ölüsü daha işlerine yarar, vesile ile ortalığı birbirine katarlar, her yıldönümünde ise anacakları, olay çıkaracakları bir vesile de olmuş olurmuş.

Nasıl çok ilginç bir yorum değil mi?

İmamın şahadeti

Diyarbakır’a gidince bölge hakkında da merak ettiğim soruları vatandaşlara sorma fırsatım oldu. 25 Ağustosta PKK Hakkari’de bir cami imamını vurmuştu. Hem de Ramazan ayında, hem de sabah namazına giderken, hem de arkadan, yani kalleşçe. Arkadan 6 el ateş ettikleri yetmediği gibi imam yere düşünce başına da iki el ateş etmişler.

Neyin nesiydi bu? Evet, PKK Marksist bir örgüt, İslam dini ile de problemleri var. Bu bilinen bir gerçek. Ama böyle bir eylem yapmak akıl alacak gibi değil. Kürtler dindar insanlardır. Halkın tepkisini çekecek böyle bir eylemi PKK yapmaz diye düşünürken Hakkâri Valisi Türker bu cinayeti PKK’nın işlediğini ifade etti, örgütte inkâr etmedi zaten.

Öğrendiğime göre Aziz Tan adındaki imam 49 yaşındaymış. Örgüt’ün fikirlerini paylaşmadığı gibi terörist devşirdikleri bataklıkları kurutucu çalışmalar da yapıyormuş. Yani gençlerin elinden tutup okutuyormuş. Onlara burslar buluyormuş, böylelikle binlerce gencin elinden tutmuş. Kısacası gençlere dağın dışında alternatif yol gösteriyormuş. PKK önce evini tekmelemiş, taciz etmiş, arkasından internetten hedeflerinde olduğunu ilan etmişler. Sonuçta da katletmişler. Cenazesine beş binden fazla insan katılmış. 3 gün süren taziye çadırına binlerce insan gelmiş.

Maalesef bu haber ulusal medyamızda pek fazla yer almadı.

Ramazan ayında sabah namazı için abdest almış camiye giden imamı arkadan vurmanın PKK’ya yakıştığını burada belirtmek isterim.

Mahalli sanatçı Ali Aktaş hikâyesi

Diyarbakır’a gittiğimiz akşam Diyarbakırlı dostlar akşam Gazi çay bahçesine götürdüler. Ali Aktaş ile orada tanıştım. Ali Aktaş Diyarbakır’a çok sevilen, çok sempatik bir mahalli ses sanatçısı.

Bir hikâyesi var sormayın gitsin, güler misiniz, ağlar mısınız. Ben anlatayım da artık ona siz karar verin.

Yıl 1993, yer Bingöl. 33 erin şehit edildiği olayı hatırlayın. Hani silahsız ve korumasız bir şekilde Mehmetçik Malatya’dan Bingöl’e gitmek üzere iki sivil otobüs ile yola çıkarılmıştı. Yanlarında kendilerine refakat edecek tek bir askeri personel dahi yoktu. Kurbanlık kuzular gibi teröristin eline teslim edilmişti. Daha sonra olay yerinde savunmasız 33 erin naaşları ve 1570 adet mermi kovanı bulunmuştu. Yani Mehmetçik başına 50 mermi.

İşte o gece bizim sempatik ses sanatçısı Ali Aktaş’ın bindiği otobüsün de önü kesilmiş. Yolcuları PKK kaçırmış daha kaldırmış. Buna sormuşlar sen necisin diye o da ses sanatçısıyım demiş. Sen misin ses sanatçısıyım diyen silahı dayayıp sabaha kadar kampta Kürtçe şarkılar söyletmişler.

Sabaha karşı bizimkini salmışlar. İlk rastladığı askeri birliğe canını atmış. Askerler bu sefer sormuşlar ne iş yaparsın diye. O da ses sanatçısıyım demiş. Dağdan Kürtçe şarkı sesleri geliyordu, sen miydin o şarkıları okuyan değince o da ‘evet’ demiş. Bu sefer askerler de ona sabaha kadar marş söyletmişler.


Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi çalışıyor.

Sokakların tertemiz ve bakımlı olması çok dikkatimi çekti. Yerlerde tek çöp göremezsin. Tarihi surların dibine yapılmış evlerin istimlak edilerek temizlendiğini ve surların daha bir görünür hale getirildiğini görmek beni sevindirdi. Parklar, sokaklar her yer düzenli ve bakımlı. Belediye ‘başka işlerin’ dışında belediyeciliği de hakkı ile yapıyor yani.

Diyarbakır’ın öteki yüzü; havuzlu villalar

Şehrin %30 kadarı çok ciddi fakirlik içerisinde yaşıyor. Pek çoğu köyünden terör sebebi ile kaçıp gelenler. Köyde tarla bahçe ile geçimini sağlayanlar şehirde tutunma mücadelesi veriyorlar. Bu yönü ile yaşanan büyük bir trajedi var ama o trajediyi bir başka yazımda dile getirmek istiyorum.

Bütün buna mukabil sanki böyle bir trajedi yokmuş gibi şehrin yeni kurulan yerlerinde İstanbul’da görmediğim güzellik ve kalitede binalar, siteler yükselmiş. Pek çoğu da havuzlu villalar. Yolda giderken bak orada da bir villa var dediğimde ‘biz ona villa demiyoruz o bahçeli ev’ dediklerinde abartıyorlar zannetmiştim. Daha sonra gösterilen villaların lükslüğünü görünce abartı olmadığını anladım.

Anlayacağınız belli bir kesimde eşek yükü para var, öbür kesimde ise ekmek alacak paraları yok.

Ama en dikkatimi çeken zengin semtlerde BDP’ye %50’nin üstünde oy alabilmesi. Demek bu zengin kesiminin en az yarısının etnik talebi var.

Ya da bu tabloyu şöyle okumak lazım etnik talebi olan ve örgüt ile problemi olmayanlar ihalelerle ihya ediliyor ve zengin semtlerin yeni sakinleri olarak oylar %50 üstünde çıkıyor.

İşin aslını Diyarbakırlılar daha iyi bilir.

Diyarbakır’dan notlar şimdilik bu kadar.

7 Eylül 2010 Salı

MHP ve CHP’liler ‘hayır’ derken bu zulme ortak olacaklar.

Aylar önce bu sütunda YAŞ (Yüksek Askeri Şura) mağdurlarının dramını anlatan iki yazı kaleme almıştım.

O iki yazımda 28 Şubat sürecinde yaşananları anlatmış ve yazımın son kısmında bir paragraf kadar karartılan hayatlara değinmiştim

Gerçekten Türkiye gündemine pek yansımayan çok büyük acılar yaşanıyordu.

Şükür ki bu problem anayasa değişikliğine konuldu. Eğer referanduma EVET çıkarsa bu zulüm bitecek. İnsanlar haksız yere ordudan atılmayacaklar. Namaz kılıyor diye hayatları karartılmayacak. YAŞ kararları yargıya açılacak. Zalim zulmü ile, mazlum ahı ile baş başa kalmayacak.

Hayır diyeceklerin bu yazıyı okumalarını ve vicdanları ile baş başa kalmalarını rica ediyorum. Eğer referandumda hayır derlerse bu zulme ortak olmuş olacaklar.

İşte sizlere o günlerde kaleme aldığım yazımı tekrar nazarlarınıza sunmak istiyorum.


GATA VE BİR YAŞ MAĞDURUNUN DRAMI –KANAYAN YARALAR
Bir önceki yazımda 28 Şubat sürecinde yaşananları anlatmış ve yazımın son kısmında bir paragraf kadar karartılan hayatlara değinmiş ve bir örnek vermiştim.

Bu örnek Yüzbaşı Güray Balatekin’di. Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararları ile ordudan atılmıştı.

Bu yazım üzerine o kadar çok mail aldım ki anlatamam.

Meğerse farkında olmadan çok hassas olduğu bir konuya parmak basmışım. Meğerse yaşanan dramlar yaşandığı noktada kalmış, ateş sadece düştüğü yeri yakmış. Medya üzerinden bu yaşananlar paylaşılamamış. Birikmiş ve paylaşılamamış acılar sinelerde sıkışıp kalmış.

Tabi burada Yüzbaşı Güray Balatekin sadece bir örnek. YAŞ kararları ile hayatı karartılanların sembol ismi. Güray Yüzbaşı gibi daha binlercesi var. İntiharlara varan, kapağı açılmamış nice büyük dramlar var.

Hâlbuki bütün bu atılanların istediği tek bir şey vardı. Yargılanmak. Bu en doğal hakları kendilerinden esirgemişti. Bu gün bazı komutanların yargılanmadan kaçtıkları kadar onlar yargılanmak istiyorlardı.

Yazım vesilesi gelen maillerden biri beni çok etkiledi. Gönderen YAŞ Emeklisi Hâkim Binbaşı Yusuf Çağlayan’dı. Mailinde Güray Yüzbaşı’yı çok dokunaklı bir dilde anlatıyordu.

Ben de satırına virgülüne dokunmadan bu yazıyı köşeme taşımak istedim. Sizi bu duygulu yazıyla ve gözyaşlarınızla baş başa bırakıyorum.

“Bugün kalbi kırılmış bir insan ile karşılaştım. Bir Y.A.Ş. zede idi benim gibi...Uzun boylu, esmer, yağız bir Anadolu evladı... Yüzbaşı Güray BALATEKİN… Gencecik siması gülmeyi unutmuş... Kanayan bir yaranın acısı yüzüne vurmuştu…
Sana ne yaptılar diye sordum. Istırap dolu yarı bir gülümsemeyle, “ne yapmadılar ki” dercesine bakışlarla karşılık verdi…Sonra bir bir anlattı, anlattı kendisine yapılanları...
Belli etmeden ağlıyordu. Ben de belli etmeden ağlamaya başladım. Bir süre böyle belli etmeden karşılıklı ağlaştık.
Onu çok iyi anlamıştım. Çünkü bana da yaşatmıştı aynı isyanı, aynı duyguları birileri bir süre önce. Tam kalbimdeki yara kabuk bağlarken karşılaştığım bu insan, yeniden kanatmıştı içimdeki yaraları...
Çantasından çıkardığı bir tomar belgeyi uzattı. En üstteki belgeye şöyle bir göz attım; bana da verilen belgenin bir benzeri idi : “Disiplinsizlik nedeni ile ilişiğinin kesilmesine karar verilmiştir.”
Sonra altındaki belgeleri inceledim tek tek; takdir, takdir, takdir... Tam yirmi bir adet takdir... Ve en altta da bir bayan resmi yapıştırılmış GATA sağlık raporu...
Bu kim? diye sormuş bulundum... Eşim dedi, fedakar eşim, çileli eşim...Üç yıl önce balkondan düşen evladını kaybetti, içinden PKK roketi geçen lojmandan çocukları ile sağ kurtulup gazi oldu, Ve şimdi de amansız bir hastalığın pençesinde hayat mücadelesi veriyor…
Çok üzülmüştüm… Ne diyeceğimi bilememiştim…
Yaralı teröristleri bile tedavi ediyorlardı diye mırıldandı. Bir süre sustu... Sabit bakışlar fırlattı rast gele... Kalbindeki kırık çehresine aksetmişti. Sonra, “ tüm kimliklerimizi ve sağlık karnesini de aldılar ilişiğimi keserken; eşimin tedavisi yarım kaldı. GATA’dan çıkarıldı. Maaşım kesildi. İş bulamadım...” diye mırıldanmaya devam etti.
“Bu haksızlık, bu yapılan doğru değil, hele eşime yapılan...” diye isyankar kükreyişleri bana neden geldiğini anlatır gibiydi : Hukuk arıyordu...Suçunun ne olduğunu bana soruyordu... Sanki yakama yapışmış, sen bir hukukçusun, bana bunları izah et der gibi benden hesap soruyordu adeta…
“Ben de işledim kanunlarda yazmayan, cezası gösterilmeyen ve hiçbir mahkemede görüşülmeyen o ağır suçu” diye karşılık verdim.
Ben vatanıma, milletime bağlıyım; devletime hizmetimi ve sadakatimi belgeleyebilirim...” dedi.
“Ben de” diye karşılık verdim.
Onu bu hukuksuzluğa katlanmayı öğretinceye kadar çok ama çok uğraştım.
“Olan bitenden eşimin haberi yok” dedi. Ona izne ayrıldığını söylemiş... GATA’daki tedavin tamamlandı demiş... O da inanmış...
Bir gün sabah güneş doğmamıştı. Telefonum çalıyordu acı bir haber vermek istercesine...Açtım ahizeyi bu acı haberi duymaya kendimi hazırlayarak...Bir ses : ağabey dedi; Güray’ın eşi rahmetli oldu..
İçim kan ağlıyordu... Yedeğimizde cenaze arabası ile mi gelecektim ilk defa evine Güray kardeşim? Eşinin cenaze evrakını “cenaze sahibi” diye ben mi imzalayacaktım? Eşini cenaze arabasına indirirken, arkamızdan annemizi nereye götürüyorsun dercesine ağlaşan çocuklarının sesleri kulağımda hala …Eşini tabuta verirken çektiğin ıstırap; üstüne seccadeyi sererken duyduğun şefkat gitmiyor gözümün önünden... “Mukadderat böyleymiş ağabey” deyişin...
Artık belli etmeden ağlayamıyordun... Ben de belli etmeden ağlayamamıştım. Karşılıklı açık açık ağlamaktan ikimizde kendimizi alamamıştık...Artık anlamıştım ki senin kalbinin daha bir kırık, yaranın daha bir derin, isyanının daha bir büyük olduğunu...
Biliyor muydu? Diye sordum. O da, titreyen dudakları cevap vermeye mani olunca, başını sallamıştı “evet” anlamında.
Aradan günler geçmişti. Kapı çaldı. Açtığımda karşımda dağ gibi duruyordu Güray... Karşı karşıya olduğu gerçeğe daha bir alışmıştı sanki… Karşılıklı hal hatır sorduk.
Söz döndü, dolaştı, eşine, Aliye hanıma geldi. Ağabey dedi : Eşim son günlerinde bir rüya gördü. Aksakallı bir zat-ı nurani ona: “-Kızım sen çok çile çektin, temizlendin, tertemiz oldun...” demiş.
Bilmem ki, aynı zat-ı nurani, ona bu çileyi çektirenlere rüyalarında görünse idi kim bilir neler diyecekti...”

Erkam Tufan Aytav

1 Eylül 2010 Çarşamba

Simonlar ve Sazanlar

Simonlar ve Sazanlar
Hanefi Avcı’yı Mayıs ayında İstanbul’da yapılan Türkçe Olimpiyatlarında görünce hiç şaşırmamıştım.
Çünkü Sayın Avcı’nın Fethullah Gülen Hocaefendiye ve yapılan hizmetlere karşı derin bir saygısı olduğunu biliyordum.
Hatta bir gün Sayın Gülen’e ‘siz doğru bildiğiniz yolda okullar açarak bu ülkeye ve insanlarımıza hizmet ediyorsunuz. Gerisini önemsemeyin, doğru sonunda galip gelecektir’ bile demişti. Ayrıca çocuğunu bu hareketin okullarından birinde okutmuştu.
O kadar Gülen hareketine karşı saygısı ve hürmeti vardı. Adı ‘Fethullahçı’ polise dahi çıkmıştı.
Onun için Türkçe olimpiyatlarında görünce hiç şaşırmamıştım.
Ancak 'Haliç'te Yaşayan Simonlar' adında kitabı yazınca herkes gibi ben de şaşırdım.
Kitabında ‘cemaat’ ile ilgili bölümünde özeten devletin cemaat yönetiyor diyor.
Emniyet istihbaratın efsane ismi Hanefi Avcı kitabında yıllarca ‘yakından’ tanığı, çocuğunu emanet ettiği camia hakkında akıl almaz suçlamalarda bulunuyor.
Dönemin DGM savcısı Nuh Mete Yüksel tarafından 2000 yılında hazırlanan iddianamede aynı suçlamalar yönetilmişti Gülen hareketi hakkında.
İddianamede, ‘Gülen grubunun, başta Milli Eğitim ve emniyet teşkilatı olmak üzere bütün devlet kadrolarına sızma çalışmaları yaptığı ve önemli ölçüde başarı sağladığını ‘iddia edilmişti. 10 yıl ağır hapis cezası ile yargılanan Sayın Gülen Yargıtay 9. Ceza Kurulu tarafından oy birliği ile beraat etmişti.
Mahkeme bütün bu iddiaları asılsız buldu. Bu süreç içerisinde devletin bütün istihbarat birimleri devlet içerisinde ve özellikle Emniyet teşkilatı içerisinde böyle bir yapılanma olmadığı konusunda raporlar hazırladı. Bu süreç içerisinde Hanefi Avcı’da vardı.
Peki, ne oldu da aynı Hanefi Avcı dün yok dediğine bugün var dedi?
İddia ettiği gibi devletin her yerine sirayet etmiş, her yeri ele geçirmiş bir yapılanma vardıydı da bu güne kadar neden görememişti?
Bu kadar deneyimli ve susurluğu ortaya çıkarmış bir polis müdürü akıl almaz iddialar ve çelişkilerle dolu bu kitabı neden yazmış olabilir?
Tabii gerçekten kendisi yazdıysa. Çünkü kitapta bir akışkanlık yok. Birden fazla elden çıkmış hissi uyandırıyor insanda.
Akıl almaz iddialarını da gözlem ve duyumlarımla yazdım diyor. Yani herhangi bir delile dayanmıyor. Bunu açıkça da ifade ediyor.
Koskoca bir camiayı zan altında bırakıyor.
Hukuken başını zora sokacak ve hiçbir delile dayanmayan bu iddiaları bir insan mecbur kalmazsa yazmaz. Peki, neden böyle bir mecburiyet hissetti acaba?
Üzerinde çok ciddi durulması gereken bir sorudur bu?
Spekülasyona açık. Bu konuda farklı yorumlar var.
İstanbul, Ankara Emniyet müdürlüğünü isteyip de olamaması, arkasından MİT başkanlığını talep edip gene o makama getirilmemesini cemaate bağlıyor olması iddialar arasında.
Çok özel telefonunu dinlendiğinde bu kitabı yazmaya karar vermesi de akıllara da uyanan başka bir soruyu da gündeme getirdi. Acaba o telefon kayıtlarında neler vardı? Kimlerle temas kurmuş ve neler konuşmuştu?
Bir başka iddia ise kendi ekibinden olan Kaçakçılık Organize Suçlarla Mücadele Şube Başkanı (KOM) Emin Aslan'ın tutuklanması ve yargılanmasının onu çok olumsuz etkilemiş olması. Hem kendisinin, hem Emin Aslan'ın, cemaatin hedefinde olduğu kanaatini taşıması.
Şimdi şu dediğimi bir yere yazın ve sakın unutmayın; ne zaman birileri Fethullah Gülen ve hareket hakkında yaygara koparsa bilin ki arka planda bir yerlerde bir tezgâh çevriliyordur veya birileri malı götürüyordur.
28 Şubat dönemini hatırlayın gene Fethullah Gülen hakkında yaygara koparmışlardı da Cumhuriyet tarihinin en büyük hortum olayı gerçekleşmişti.
Maalesef cemaat yaygarası bazı pislikleri örtmek için birileri tarafından ‘şal’ olarak kullanılmakta. Gündemi değiştirmekte.
Uyanık olmak lazım, bu sefer hangi tezgâhların üstü örtülmekte acaba?

Erkam Tufan Aytav

Fısıltı gazetesinden iki şok haber

Fısıltı gazetesinden iki şok haber

Kim ne derse desin Türkiye’de en etkili medya organı fısıltı gazetesidir.
Doğru veya yanlış bir haber ortaya atılır, kulaktan kulağa anında yayılır. Bazen bu haberler medyada çıkar bazen de çıkmaz. Haberin hassasiyetine göre medya haberi görmeye de bilir.

Ama fısıltı gazetesi her haberi görür. Onun için diyorum ya, en etkili medya organı diye. Çünkü fısıltı gazetesinde sansür olmaz. Ama uydurmalar olabilir.
Son günlerde fısıltı gazetesinden benim kulağıma gelen iki haber oldu. Onları sizlerle paylaşayım dedim.

Bunlardan birincisi MHP liderinin elinde AKP’yi güç duruma düşürmek amaçlı bir kasetin olduğu yönünde. Bu haberi geçenlerde Ünal Tanık köşesinde ayrıntıları ile yazmıştı. Kısaca haber şuydu; Abdullah Öcalan ile bazı devlet görevlilerinin görüşme kaseti Sayın Bahçeliye sızdırılmış. MHP’de referanduma çok az kala bu kaseti açıklayacakmış. Amaç AKP’yi yıpratıp birkaç puan olsun evet oylarını azaltmakmış. Anayasa değişiklik maddeleri ile ne alakası varsa!

Bekleyip göreceğiz böyle bir kaset var mı yok mu? Devlet yetkililerinin ‘belli seviyede’ olmak kaydı ile terörün bitmesi için terörist başı ile görüşmesinde bence bir sakınca yok ama bu yazımın konusu bu değil.
Bu fısıltı gazetesi haberinde üzerinde durmak istediğim konu eğer varsa bu kaseti kimin sızdırdığıdır.
Jandarma kontrolündeki bir mekânda yapıldığı iddia edilen görüşme olsa olsa Jandarma tarafından sızdırılabilir. Başka da bir ihtimal aklıma gelmiyor. Yoksa MHP veya bir başkası Öcalan’nın kaldığı mekâna nasıl kamera yerleştirsin.
Şimdi bunu bir yere yazın bağlantılı ikinci haberi geçeceğim.
İkinci fısıltı haberi çok daha ilginç.
İddiaya göre jandarma bazı köylerde vatandaşı toplayıp terör hakkında konuşmalar yapıyormuş. Yapabilir bunda bir problem yok.
Ama gene ‘iddiaya’ göre bu konuşmalarda inanılması güç şeyler söyleniyormuş; mesela ‘Tam teröristleri sıkıştırmışken, tam imha edecekken başbakandan telefon geliyor bırakın dokunmayın açılıma zarar verirsiniz’ gibi
Evet, gerçekten inanılması güç iddialar. Başbakandan böyle bir talimat geleceğine de jandarma komutanlarının da böyle şeyler söyleyeceklerine ihtimal vermiyorum.
TSK’nın bundan önce hükümeti yıpratmak için kara propaganda amaçlı siteler yayınladığını biliyorduk ki bu yargıda. ‘Adi başbakan’ parolasını kullandıklarını da. TSK içerisinde bir grubun Tayyip Erdoğan ve AKP hakkında pek iyi düşünmedikleri ortaya çıkarılan darbe planları ile herkes tarafından müsellem.
Ama hala TSK’nın hükümeti yıpratmak için İmralı’da Öcalan görüntüleri çekip muhalefet partilerine sızdıracaklarına, köylerde kara propaganda yapabileceklerine inanmak güç.
Dedim ya bu iki haberi fısıltı gazetesinden aldım.
Doğruluğunu yanlışlığını bilemem.

Erkam Tufan Aytav

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Tesettürlü kadınlar ve saygısız erkekler

İstanbul’da Ağustos sıcağı, nefes almak mümkün değil. Karşımda karı koca olduklarını tahmin ettiğim iki kişi yürüyor.

Biri tesettürlü, tahmin edeceğiniz gibi üstünde, ayaklarına kadar uzun bir pardösü, başı da örtülü.

Yanında kocası olduğunu düşündüğüm adam da altına capri denen diz altı kısa pantolon giymiş, üstünde ise kısa kollu tişort.

Şimdi size bu fotoğrafı niye resmettim? Sebebi; son zamanlarda bu görüntü beni fazlasıyla rahatsız etmeye başladı da ondan.

Gelelim neden rahatsız ettiğine.

Kadın inancı gereği kapanmış. Başından ayağına kadar. Buna kimse bir şey diyemez, ancak takdir edilir. Hele bu sıcaklarda inanç dışında hiçbir güç hiçbir kadını böyle kapatamaz. Yok, siyasi sembolmüş, yok şuymuş, onun için örtünüyorlarmış boş laflar bunlar. Bu sıcaklarda böyle örtünmek gerçekten büyük fedakârlık. Samimi iman meselesi. Allah da kat kat ecrini verecektir.

Gelelim kadının kocasına.

Sorsanız; ‘ne var kısa kollu tişörtümde, hatta şortum da Hanefi mezhebine göre dizimin altında’ diye size itiraz edecektir. ‘Kıyafetimde İslami prensipler açısından haram bir durum yok’ diye de dayılanabilir arkadaş.

Evet, doğru gayet İslami. Peki işin kuralına uygun olması yeterli mi?

Dedim ya son zamanlarda rahatsız olmaya başladım bu görüntüden. Daha önce dikkatimi çekmez ve ben de kısa kollu tişörtümü giyerdim. Artık bu durumdan ciddi rahatsızlık duyuyorum.

Aynı inancı paylaştığımız kadınların bu sıcakta tesettür içinde gezerken benim tiril tiril kısa kollu, hatta kısa pantolonlu gezmek bana hem vicdansızlık hem de saygısızlık geliyor.

Evet, bir erkek olarak bana kısa kollu giyinmek helal. Ama dedim ya tesettürlü kadına karşı saygısızlık. Aynı inancı paylaştığım tesettürlü kadının sıcaktan etkilenmesi benden daha az değil ki. Onlara saygımın gereği benimde kıyafetlerime dikkat etmem gerekir.

Tabii sözüm tesettürlü kadınlarla aynı ruh dünyasını paylaşanlara. Yoksa herkes inandığı gibi giyinir, kim ne diyebilir.

Hele bir de tesettürlü kadının kucağında çocuk varsa ve yayındaki erkek kısa kollu tiril tiril, elinde anahtarlığını sallarken yürüyorlarsa.

Yazımı okuyanlar içerisinde böyle olanlar varsa kusura bakmasınlar ama bana biraz ‘kazmalık’ gibi geliyor bu son durum.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Sayın Erdoğan ‘soy’ derken ne kastetti?

Sayın Erdoğan ‘soy’ derken ne kastetti?

Referandum yaklaştıkça meydanlarda söylemler kızıştı. Seviye de düştü. Daha da düşeceğe benzer.
İşin ilginç tarafı neden hayır demek gerektiğini millete bir türlü anlatamayan muhalefet partileri konuyu AKP odaklı, özellikle de Tayyip Erdoğan odaklı götürmeye başladılar.
Benim üzerinde duracağım konu Sayın Erdoğan’ın Sayın Kılıçdaroğlu hakkında bir mitingde söyledikleri.
‘Ben buradan muhaliflere sesleniyorum; önemli olan boy değil, önemli olan soy, soy!”
İşte böyle bir cümle kordu sayın başbakan.
Boy değil de soy neden önemli şahsen ben anlayamadım.
Kılıçdaroğlu’nun soyu derken neyi kastetti acaba?
Bu sorunun cevabını en iyi tabii ki sayın başbakan verebilir.
Eğer vermiyorsa bize de tahmin etmek düşer.
CHP liderinin Dersimli bir alevi olduğu bilinen bir gerçek. Bunu kimse inkâr etmiyor. Ayıp değil, günah değil. Hem Alevi olsa ne olacak?
Ama sayın başbakan mezhep konusunu dillendirmiyor. Soy diyor.
Sayın Kılıçdaroğlu’nun soyu şahsen beni hiç ilgilendirmiyor. Ben bu ülke için ne yaptığına bakarım. Bununla birlikte soy önemli derken sayın başbakanın dilinin altında bir şey var. Ama açık açık dillendirmiyor.
Dilinin altındaki şu olabilir.
Ermeni tehciri esnasında pek çok Ermeni yakın alevi köylerine sığındılar. Ve alevi olduklarını ifade ettiler. Bu şekilde izole oldular. Gayet anlaşılabilir bir durumdur. Tehcir edilip Suriye çöllerinde ölmektense dinini değiştirip- en azından öyle gösterip- izole olmak daha mantıklı. Onlar da öyle yaptılar zaten.
Bunlardan bir kısmı zamanla gerçekten alevi oldular, bir kısmı da ruh dünyalarında Ermeniliklerini korudular. İşte bunlara kripto Ermeniler deniyor, yani kendilerini gizleyenler. Bu gizlenme artık kimi Ermeniler için geride kaldı ama kimileri de hala gizliyor.
Sağlığı yerindeyken Ermeni Patriğinden dinlemiştim. Son dönemlerde kiliseye vaftiz olmaya gelenlerin büyük bir kısmının din değiştirenler değil, Ermeni kimliğini açığa vuranlar olduğunu söylemişti.
Ayrıca samimi Müslüman olmuş pek çok Ermeni de mevcut.
Acaba Sayın Erdoğan soy önemlidir derken Sayın Kılıçdaroğlu’nun bu gizli Ermenilerden olduğunu mu kastetti?
Eğer öyleyse bu durumda Ermeni vatandaşlarımızın yüzüne nasıl bakacak Sayın Erdoğan?
Suç mudur Ermeni olmak veya Ermeni anneden doğmak. İnsanın annesini, soyunu seçme imkânı var mıdır?
Evet, sayın başbakan konuşmasında her ne kastettiyse etti.
Ama “soy” vurgusu hiç şık olmadı. Toplumsal bütünlüğümüz açısından da bir başbakana hiç yakışmadı. Hele bir de Medeniyetler İttifakı eş başkanı iseniz.
Bu söylemin bir dönem TSK’nın uçaklardan Öcalan için ‘Ermeni dölü’ diye broşür atmasından ya da CHP milletvekili Canan Arıtman’ın Abdullah Gül’ün annesinin Ermeni iddiasından hiç farkı yoktur.
Bir insan ne dininden, ne mezhebinden, ne de ırkından dolayı suçlanamaz. İlla suçlanacak ise yaptığı ile suçlanır. Bu yaklaşım ne İslami’dir ne de insani.
Maalesef siyasette köken meselesi prim yapıyor. Tabanda da yankısını buluyor. Çünkü kamuoyu olarak bu konuda hastalıklı bir yapımız var.
Demokrasi iddiası olan bir ülkede suçlamak amaçlı soy sop araştırmak en hafif ifade ile ayıptır.

Erkam Tufan Aytav

13 Ağustos 2010 Cuma

Sayın Bahçeli, Rahmetli Türkeş ve Fethullah Gülen Hocaefendi…

Sayın Gülen’i takip edenler iyi bilir, siyasi bir mesele de taraf olmaz. Olmak ta istemez. Kendisini seven ve takip eden milyonlar içinde aşağı yukarı her partiden insan vardır.
Ama Sayın Gülen ilk defa siyasi bir meselede açıkça taraf oldu. Bu güne kadar ister genel seçimler, ister mahalli seçimler olsun yakın çevresine bile hiçbir telkinde bulunmamıştı.
Peki, neden bu sefer tavrını açıkta ifade etme gereği duydu?
Bu sefer durum farklıydı. Referandumda milletin önüme konacak sandıkta şu parti, bu partiden ziyade, Türkiye’nin daha demokratik olması mı yoksa statükonun devamımı sorusuna cevap verilecekti. Sayın Gülen tercihini net olarak ortaya koydu, kesinlikle EVET. Yani daha fazla demokrasi.
Bir kanaat önderi olarak Sayın Gülen’in tarafını belli etmesi, hatta evet için milletin topyekûn seferberlik içinde olmasını söylemesi hesapları altüst edebilir, edecektir de. Tabii Sayın Gülen’in bu açıklamasının hayır diyecek parti liderlerini rahatsız ettiğini tahmin etmek de zor değil.
Sayın Gülen’in bu söylemi hayırcılar kanadından, kısmen CHP tabanında ama önemli ölçüde MHP, BDP tabanında etkili olacaktır.
Sayın Bahçeli bundan rahatsız olmuş olacak ki -bence hiç yapmaması gereken bir söylem içerisinde- Sayın Gülen’e rencide edici bir şekilde cevap verme ihtiyacı duydu. Sayın Bahçeli "Fethullah Gülen Bey mezardan kaldırıp oy kullandıracağına, ABD'den gelerek 12 Eylül'de oy kullanması daha hayırlı olur diye düşünüyorum" dedi.
Bence Sayın Bahçeli, Sayın Gülen ile ilgili böyle bir tavra girmemesi gerekirdi, ya da girmese daha iyi olurdu. Peki, ama neden?
Öncelikle bu üslup Milliyetçi hareketin unutulmaz ve yegâne efsane ismi Alparslan Türkeş’in üslubu değildir.
Hayatı boyunca rahmetli Türkeş Sayın Gülen’e ve vesile olduğu hizmetlere karşı her zaman büyük saygı duymuştur.
Fethullah Gülen hakkında bir konuşmasında şunları söylemiştir; ‘Sayın Gülen Türk milletinin gönlünde hak ettiği tahtı kurmuştur. Bütün milletimizin derin sevgi ve hürmetini kazanmıştır.’
Fatih Üniversitesinin açılışına bizzat gelmiş ve Sayın Gülen’le kucaklaşmıştır. Rahmetlinin bu davranışı milliyetçi harekette dini liderlere karşı davranış şekli konusunda bir örnek teşkil etmiştir. Sayın Gülen’e yazmış olduğu mektuptaki üsluba dikkatinizi çekmek için yazımın alt kısmına bu mektubu koyuyorum.
Sayın Gülen’in referandum karşısındaki tutumunun MHP tabanında etkili olacağını söylemiştim. Gülen hareketinin tabanı önemli bir kesimini muhafazakâr ve kültürel anlamda milliyetçidir.
Bir siyasi olarak kendi tabanının büyük ölçüde sempati ile baktığı bir kanaat önderine karşı Sayın Bahçelinin üslubu yakışmamıştır. Ne efsane liderin mirasına, ne de milliyetçi hareketin ahlakına.

Alparslan Türkeş’in Fethullah Gülen Hocaefendiye yazmış olduğu mektup.
Milliyetçi Hareket Partisi Genel Merkezi
Tarih: 09/01/1997 Sayı: Özel
Çok Muhterem Fethullah GÜLEN Hocaefendi Hazretleri'ne,
Efendi Hazretleri,
Zat-ı âliniz, milletimizin hayatında çok yararlı hizmetlerin yapılmasını sağlamış bulunmaktasınız.
Yetiştirmiş olduğunuz ilim, irfan ve fazilet erbabı kadrolarla milletimizin muhtaç bulunduğu geniş bir eğitim seferberliğini telkinlerinizle başlatmış ve başarı ile devamını temin etmiş bulunmaktasınız. Toplumların her alanda kalkınmalarının temel şartı olan manevî uyanışın ve yükselişin öncülüğünü yapmış bulunmaktasınız.
Barışı, hoşgörüyü ve kardeşliği esas alan öze dönüşü, uzay çağına yükselişi başlatmış durumdasınız. Kanada'dan Yakutistan'a, Moğolistan'dan Amerika Birleşik Devletleri'ne kadar her yerde açılmış bulunan okullar ve üniversiteler millî kültürümüzün ve millî, manevî değerlerimizin bütün insanlığa yöneldiğini göstermektedir. Faziletli hayatınız, hiçbir maddî menfaate tamah göstermeyen karakteriniz size karşı halkımızda büyük bir güven uyandırmıştır. Yalnız Allah rızasını hedef alan gayretleriniz, birkaç yüzyıldan beri kaybettiğimiz eski dünyamızı yeniden fetih mahiyetindedir.
Susurluk olayı bahane edilerek zat-ı âlinizin temiz isminin gölgelenmek istenmesi çok üzücü olmuştur. Fakat hem milletimiz sizi tanıyor, hem de dünya sizi tanıyor. Kötü niyetlilerin bir şey yapmaları mümkün değildir.
Nazik teşekkür mektubunuza çok teşekkürler ediyorum. Gerçeği söylemek bizim vazifemizdir. Sözü edilen beyanat, doğruyu küçük bir ölçüde kamuoyu önünde açıklamaktan ibarettir.
Cenabı Hak'tan size sağlıklar ve hayırlı uzun ömürler ihsan etmesini ve böylece başlatmış olduğunuz güzel gelişmelerin tamamlanmasını niyaz ediyorum.
Mahsus selam, sevgi ve saygılar sunuyorum.
Alparslan TÜRKEŞ


Erkam Tufan Aytav

6 Ağustos 2010 Cuma

Yüksek bürokrasiye çomak sokmaya görün. Arıkovanı başlar uğuldamaya.

Türkiye’de yaşayan herkesin malumudur. Bu ülkede hancılar vardır bir de yolcular.

Yolcular halk tarafından seçilen hükümetlerdir. Gelir geçerler ama ülkeye ait temel meselelere dokunamazlar.

Hancı olarak tanımlananlar ise kendilerini devletin gerçek sahipleri olduğunu iddia edenlerdir. Kısaca üst düzey bürokrasi denebilir bunlara.

Bu üst düzey bürokrasinin de en önemli ayağı TSK ve yüksek yargıdır. ‘Cumhuriyeti’ kollama ve koruma görevi bu kurumların işidir.

Halkın ve onların seçtiklerinin ne yapacakları belli olmaz çünkü.

Koruyup kolladıkları cumhuriyetten kastettikleri ise bürokratik vesayet rejimidir. Yoksa cumhurun cumhuriyeti değildir. Yıllar geçse de hep aynı zihniyet bu kurumların karar mekanizmalarında bulunur. Çünkü bir nevi rejimin sigortasıdır bunlar. Bu çekirdek yapı büyük bir hassasiyetle korunur. O görevlere gelecek kişinin yedi göbek sülalesi incelenir. Hatta hatırlayacaksınız Ahmet Necdet Sezer döneminde üst düzey bürokrat atamalarında kapıcı Kazım’a dahi sorulurdu, sülalesinde başörtülü var mı diye?

Yüksek Askeri Şura üzerine kopan fırtınaları izliyorsunuzdur. Kuvvet komutanlarının ve genelkurmay başkanının atama yetkisi tamamen sivillerin elinde olmasına rağmen ne ayak oyunları oynanıyor. Hükümetin istediği komutana baskı yapılıyor. İstifa etmesi sağlanıyor taa ki iş çıkmaza girsin. Sonuçta çekirdek kadroda aynı zihniyet devam etsin.

Referanduma götürülen anayasa değişikliğinde yüksek yargının daha demokratik bir çerçevede işlemesi için bir madde var. Bakın aynı şekilde oralarda da nasıl kıyamet kopuyor. HSYK, AYM gibi kurumlar da benzer bir zihniyetin egemenliği altında olduğu için daha demokratik bir yapı olsun istemiyorlar.

Hükümet sistemin sinir uçlarına dokunuyor. Genelkurmay nasıl ayağa kalkıyorsa, aynı şekilde yüksek yargı da öyle ayağa kalkıyor.

Başka türlü bir tepki de beklenemezdi zaten. Al gülüm ver gülüm ne güzel işler tıkırında gidiyordu, hangi hâkim nereye atanacak? Hangi subay general olacak? Karışanın yok edenin yok. Toplumsal hassasiyetler o kurullarda temsil edilmiş edilmemiş ne gam.

YAŞ kararları ile bu güne kadar haksız yere yüzlerce subay, astsubay atıldı askeriyeden. Hem de savunması bile alınmadan. Hayatları karartıldı, pek çokları intihar etmek zorunda kaldı. Kanser hastası eşleri GATA’dan atıldı. Belediyeler de bile işe girmelerine engel olundu.

Yüksek yargıda da eski Şemdinli savcısı Ferhat Sarıkaya bu açıdan sembol isimdir. Bir kuvvet komutanının adı yazdığı iddianamede geçiyor diye adamın hayatı karartıldı. HSYK tarafından meslekten ihraç edildi.

Bu yüksek bürokrasiye çomak sokmaya görün. Arıkovanı başlar uğuldamaya. Bu uğultu nerelerden geliyorsa vesayet sisteminin uzantıları ve işbirlikçileridir onlar.

Bakın etrafınıza. Siyasi partilere, medyaya. Bu uzantıları hemen göreceksiniz.

İşte bu referandumda hem YAŞ kararları yargıya açılacak hem de yüksek yargı daha demokratikleştirilecek.

Onunu için bu referandumda bu millet EVET oyu kullanacak.

Erkam Tufan Aytav

31 Temmuz 2010 Cumartesi

Dörtyol’da yaşanan olayların arka planı

Millet olarak her olay sonrası dış güçlerden, içimizdeki karanlık ellerden bahsetmeyi ve bütün faturayı onlara kesmeyi çok iyi biliriz.

Karanlık ellerin varlığı doğrudur. Ergenekon dava süreci ilerledikçe neyin ne olduğunu daha iyi anlar olduk. Onun için kanalık güçler eskisi kadar karanlık değil artık. Işığa tutulmuş tavşan halleri var.

Provokatörlerin artık belli olması probleminin çözümü için yeterli olmuyor elbette.

Karanlık eller ortada kaşınacak bir şey varsa kaşırlar. Önemli olan kaşınacak konuların olmamasıdır. Bünyenin zaaf içerisinde olması gibi bir şeydir bu. Bu durumda mikrop gelir bünyeye girer ve sizi hasta eder.

Bazı toplumlara ne yapsanız yapın provokasyon tutmaz. O konuda sağlamdırlar, oyuna, gaza gelmezler. Bünye mikrobu barındırmaz.

Bu yazıda mikrop üzerinde değil de Hatay Dörtyol’da yaşanan olayları açıklamak adına toplumsal zafiyetlerimizi masaya yatırmak istiyorum, tabii görebildiğim kadar. Mikrop zaten belli.

Yayılma tehlikesi olan bir olay olarak gördüğüm için ciddi üzerinde düşünülmesi gerekiyor.

Olaylar nasıl başladı ve gelişti önce kısa bir bakalım. Arkasından arka planını konuşalım.

4 polisin şehit edilmesi ile olaylar patlak verdi. Güvenlik kuvvetleri derhal harekete geçti ‘zanlıları’ yakaladı. Sokakta slogan atan, bozkurt işareti yapan gruplar bu zanlıları linç etmek istedi. Ardından kendilerini ülkücü olarak niteleyen grup BDP binasını ateşe verdi. Bu grupların Kürt vatandaşlarımızın bulunduğu mahallelere yürümesi ve Kürtlerin iş yerlerine saldırmaları ile olaylar daha da büyüdü.

Bu satırların yazıldığı saatlerde de ilçe hala durulmamıştı.

Peki, neden Dörtyol ilçesi?

Hatırlayacaksınız Hatay'ın İskenderun İlçesi'nde görev yapan Anadolu Episkoposluğu ve Havarisel Vekilli Luigi Padovese, evinde uğradığı bıçaklı saldırıda öldürülmüştü. Ancak ilçede Müslüman Hıristiyan kavgasını ateşlemedi bu olay. Çünkü şehirde Müslüman gayrı Müslim ilişkilerinde çomak sokulacak bir boşluk yoktu. Dünyaya örnek olacak bir diyalog zemininde yaşıyorlardı.

Dörtyol’da çıkartılan olaylar Hatay’ın Reyhanlı, Kırıkhan gibi ilçelerinde de tutmazdı. Çünkü bu ilçelerde yaşayan Arap, Kürt, Türkmen, Çerkez, Laz vatandaşlar evlilikler yapmış, iç içe geçmiş ve şehri eşit paylaşabiliyorlardı. Şehre sonradan göç etmiş topluluklar belli bir ölçüde şehre entegre olmuşlardı.

Dörtyol ilçesi ile bu ilçelere nazaran biraz farklıdır. Bu tür provokasyonların tutabileceği bir zemin vardır.

Nedir bu zemin?

Sanayi bölgesi olması ve canlı tarımın varlığı ilçenin çalışmak üzere çok göç almasına sebebiyet vermiştir. Göç edenler, özellikle terörden ve işsizlikten kaçıp kendilerine yeni bir hayat kurmak için şehre gelen Kürtlerdir.

Köyleri boşaltılış, PKK ile asker arasında sıkışıp kalmış, canından bezmiş bu insanlar yıllardan beri şehrin varoşlarında hayata tutunma mücadelesi veriyorlar. İtilmiş, yurtlarından kovulmuş öfkeli bir kitle yaşıyor oralarda. Aynı Adana’daki gibi, Gaziantep’teki gibi.

Buna mukabil Dörtyol ilçemiz milliyetçi duygular açısından çevre il ve ilçelere nazaran daha bir öndedir. Belediye başkanı MHP’li ve şehir parkının adı Alparslan Türkeş’tir. Fransızlara ilk kurşunun burada sıkıldığını da unutmayalım.

Yayla geleneği bu bölgede çok yaygındır. Ancak yaylalar yıllardan beri PKK’nın elinde. İnsanlar can tehlikesi yüzünden yaylalara çıkamıyor. 40’a yakın vatandaşını PKK terörüne şehit vermiş bir ilçe olduğunu da burada belirtmek isterim.

Bütün bunların üzerine 4 polisimizin şehit edilmesi provokasyon için bulunmaz bir fırsat doğurdu. Zemini ateşlemeye yetti.

Allah’tan sağduyulu, iş güç sahibi Dörtyol halkı sokağa dökülmedi. Daha çok delifişek gençler bu iş için kullanıldı.

Bu süreçte MHP ve BDP’ye ve özellikle şehrin kanaat önderlerine büyük görev düşüyor.

Telafisi mümkün olmayacak olaylara kapı aralanmamalı.

Ama her şeyden önce toplumu zafiyete götüren şartların kurutulması gerekmekte.



Erkam Tufan AYTAV

23 Temmuz 2010 Cuma

Ülkücü Müsfettesi veya 'Devlet' Zihniyetinin Değişmemesi

Bir parti lideri dava arkadaşlarına ülkücü müsvettesi der mi? Bence demez. Kimseye akıl öğretecek değilim ama en azından dememeli.
Ama diyorsa dava arkadaşlığı diye bir şey kalmamış demektir. Yani artık farklı davaların insanlarısınız anlamına gelir bu.

Ne kadar önemli ve tarihi olursa olsun neticede alt tarafı bir referandum, evet ya da hayır diyeceksiniz. Bir liderin kendi dava arkadaşlarını telafisi imkânsız bir şekilde hakaret etmesi anlaşılabilir bir durum değildir.

Hele o dava arkadaşların sistemin en iğrenç işkencelerinden geçmiş ve hayatları karartılmış ülkücüler ise.

Vefa bu zihniyet için İstanbul’un sadece bir semti olsa gerek.

Ne bu hiddet bu celal?

Yanlış düşünüyorsunuz demesini anlarım, ama bu itici, kanatıcı ve aforoz edeci yaklaşımı anlayamam.

Bu psikolojinin arka planı olmalı.

Bence o arka planda dava düşüncesinde artık farklı kulvarların insanı olmakta yatıyor.

Bir lider için sürekli öfke hali ve dava arkadaşlarını aforoz etme yaklaşımları hayra alamet değildir.

Uzun süreden beri MHP tabanı ile yönetiminin yollarının ayrıldığı gözleniyordu zaten. Tabanın milliyetçi ve muhafazakâr olmasına mukabil yönetimin ulusalcı ve CHP zihniyetine yaklaştığı çok yazılıp çizildi.

Bu makas açılması partide ne getirir ne götürür hep birlikte göreceğiz.

Referandum işte bu süreci hızlandıracak.

CHP’nin anayasa değişimine neden hayır diyeceğini anlarım. Sistemin partisidir çünkü o. Ve varlık hikmeti Türkiye’nin demokratikleşmemesi, devletin toplum üzerinde kurduğu tahakkümün devamını sağlanmaktır. İstikrarlı bir duruştur hayır demesi.

DTP’nin derdinin üzüm yemek olmadığını, Kürt meselesinin çözümü için çalışmadıklarını biliyoruz. Ayrıca kendi kararlarını kendisinin vermediğini de. Partinin ipleri İmralı sakininin elinde. Parti KCK üzerinden ne deniyorsa yapmak zorunda. Yoksa ‘mahkeme edilip’ cezalandırılırlar. Onun için özgür iradeleri yoktur. Özgür iradeleri olsaydı ne derlerdi bilmiyorum. Ama demokrasiden ve değişimden yana olabileceklerini ümit etmek istiyorum.

Peki, MHP’ye ne demeli?

Sayın parti liderinin ağzından şimdiye kadar neden bu referandumda hayır diyeceklerinin cevabını şahsen ben duyamadım. Sürekli bağırıp çağırıyor.

Sayın lider YAŞ kararları ile hukuksuz bir şekilde hayatı karartılan mazlumların haklarını aramasını, YAŞ kararlarının yargıya açılmasını neden arzu etmez mesela?

Ya da CHP zihniyetinin arka bahçesi gibi çalışan yüksek yargının yapısının daha demokratikleşmesini?

Parti yönetimi çok mu mutludur CHP gibi refleks vermekten ve o zihniyete yaklaşmaktan.

İmralı sakini ile aynı safta yer almaktan.

Aynı ipte üç parti yan yana dizilmişler. CHP, DTP, MHP.

Bu üç parti için referandum iyi bir turnusol kağıdı oldu.

Ya vuvuzelalı parti yönetimi, tabanını kendisine benzetecek ki bu eşyanın tabiatına ters. Ayrıca bu ülkede iki CHP çok.

Ya da milliyetçi, muhafazakâr ve demokrat taban yönetimin rağmına referandumda evet diyecek.

‘Devlet’ zihniyetinin değişmemesi milliyetçi hareketin önündeki en büyük engeldir.

Dost acı söyler…

Erkam Tufan Aytav

22 Temmuz 2010 Perşembe

Can Ataklı doğru söylüyor

Can Ataklı doğru söylüyor

Can Ataklı’yı iyi tanırım ve severim, kişisel dostluğum da vardır. Özü sözü birdir. İnandığı gibi yazar, yazdığı gibi de inanır. Duruşu nettir, kelimeleri eğip bükmez, neyse odur. Heyecanlı anlatımı ile de tartışma programlarının vazgeçilmezlerindendir.
Pek çok konuda aynı şekilde düşünmesek de yer yer oturup medenice konuşuruz. Ekranlardaki kavgacı görüntüsünün aksine diyaloga açık bir yazardır. Kendi gibi düşünenlerden bu açıdan ayrılır.

Yazdıklarını dikkatle okurum. Çünkü onun yazdıkları toplumda belli bir kesimin yani laiklik hassasiyeti yüksek olan kesimin duygu ve düşüncelerini çok iyi yansıtır.

19 Temmuz pazartesi köşesinde dikkat çekici bir yazı yazdı. Yazısının başlığı da ‘Genelkurmay’a artık güvenmiyorum’ oldu.

Yazısında son dönemde Genelkurmay’ın cevaplaması gereken konularda suskunluğundan dem vuruyordu Sayın Ataklı. Özellikle AKP’yi ve Gülen’i bitirme planında Askeri savcılığın iddianamesi ve MİT’in tespit ettiği, Bugün gazetesinin yayınladığı Heron skandalı karşısında Genelkurmay'ın suskunluğuna isyan ediyordu.

İsyan etmekte de yerden göğe haklıydı. Genelkurmay olarak önce AKP’yi ve Gülen’i bitirme planı ile ilgili Albay Çiçek imzalı belgeye kâğıt parçası diyeceksiniz, arkasından apar topar çuval, çuval belgeleri toplayıp imha edeceksiniz, bilgisayar kayıtlarını temizleyeceksiniz, arkasından da belgenin orijinali, yani ıslak imzalı belge ortaya çıkınca da imza makinesinin arkasına sığınacaksınız. Hiçbir kurumun raporuna inanmayacaksınız ve nihayetinde de tam bir yıl sonra Askeri savcılık ortaya çıkacak ‘belge gerçek ama ‘Albay Çiçek üstlerini zora sokmak için tek başına bu planı hazırlamış’ diyecek, buna da herkesin inanmasını bekleyeceksiniz.

Aynı ‘o teröristleri çoban sanmıştık, onun için müdahale etmedik gibi çocukların bile inanmayacağı komik bir iddianame kaleme alacaksınız. Evet, Sayın Ataklı gibi gel de isyan etme.

‘TSK içerisindeki PKK’lılar’ skandalı patlaması karşısında Genelkurmay tek bir satır açıklama yapmadı. Üstelik MİT’in konuyu bildirmesi üzerinden bir yıl geçmesine rağmen.

Sayın Ataklı Genelkurmay’ın bu tavrına isyan etmekle birlikte her zaman olduğu gibi bu konuda da sonuna kadar ‘hüsn-ü zannını korumaya çalışıyor. ‘Yarbayım çok PKK’lı vuruluyor, çok zayiat veriyoruz, ya koordinatları değiştirin ya da Heronları düşürün’ cümlesini izah etmeye çalışıyor.

Bir üsteğmenin adamlarımız dediği PKK’lıların aslında TSK tarafından içlerine sokulmuş istihbaratçılar olabileceğini söylüyor.

Albay Çiçek imzalı belgede olduğu gibi gene hüsn-ü zannın sınırlarını zorluyor. Hem de gerçeğin böyle olmayacağı endişesini içinde acı bir şekilde tutarak.

Ümit ederim Sayın Ataklı’nın dediği gibidir. Cephede canını ortaya koyan ordumuz içinde hainlerin olması elbette hiç kimseyi mutlu etmez. Telsiz konuşmaları yalanlanmadığına göre mutlaka bu ifadelerin bir izahı vardır.

Günün birinde Genelkurmay elbette bir izah yapacaktır. Peki, bunun geçmiş açıklamaları gibi olmayacağını nereden bilelim? Boru dedikleri LAW silahı, kağıt parçası dediği gerçek belge çıkan, çoban dediklerini meğerse teröristmiş diyen, paramız olmadığı için sınır karakollarını tahkim edemedik diyen bir TSK üst yönetimi var karşımızda.

Her fırsatta TSK’nın yanında yer alan, TSK’yı yıpratmayalım diye çırpınan Sayın Ataklı ‘bütün bu iddialara karşı mantıklı, tatmin edici hiçbir açıklama getiremeyen Türk Silahlı Kuvvetlerinin tepe noktasına güvenim neredeyse artık kalmadı’ diyor.

Güvenim kalmadı derken haklıdır Sayın Ataklı. Ama sakın gözden kaçırmayın; itibar kaybı TSK’da değil, TSK’nın tepe noktalarındadır, yönetim kademelerindedir. Yoksa gözbebeğimiz ordumuz subayı, astsubayı ve erleri ile cephede canla başla kahramanca mücadele etmektedir.

İşte Genelkurmayın itibar konusunda geldiği nokta budur. Can Ataklı da böyle yazıyorsa durum gerçekten vahim demektir.

2 Temmuz 2010 Cuma

Madımak üzerinden hem üzüm yiyelim hem de bağcıyı dövelim…

Madımak üzerinden hem üzüm yiyelim hem de bağcıyı dövelim…

Üzerinden tam 17 yıl geçti.

Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından Sivas’ta düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri çok acı bir olayla son bulmuştu.

Madımak oteli yakılmış ve 35 insanımız katledilmişti.

Mahkeme süreci sonucunda 33 idam çıktı, idam cezasının kaldırılması ile cezalar müebbede çevrildi. Sanki 35 katledilene mukabil 33 idam kararı verilmiş gibi oldu.

Ama olayın arkasındaki karanlık perde bir türlü aralanamadı.

Önceki gün Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız Zaman gazetesine verdiği demeçte çok önemli soruları gündeme getirdi;

"Oraya bir gün önceden kaldırım taşı yığanlar kimlerdi? Paşa Camii'nde Amerikan bayrağını açanlar kimlerdi? Tugay neden iki adımlık yoldan saatlerce aşağı inmedi? Askerler olay yerine 20 metre yakına kadar gelip ellerini bağlayıp baktı, sonra çekti gitti. Sivas'ın tüm yerel gazetelerinde 'Müslümanlar' imzasıyla ilginç bir bildiri yayımlandı, kimdi bunlar?

Ve ekledi “Madımak’tan belki de Ergenekon çıkacak; üzerine gidilsin”.
Karanlık bir elin işin içinde olduğu konusunda Sayın Balkız ile aynı düşünüyorum. Bu yüzdendir ki bu sorular bu kadar yıl geçmesine rağmen bir türlü cevaplanamıyor. Hep bir yerlere gelip gelip tıkanıyor.

17 yıl geçmesine rağmen olaydan geriye pek çok soru ve acı kaldı. Bir de kamulaştırılan Madımak otelinin ne yapılacağı.

İşte bu konuda Ali Balkız ile aynı düşünmüyorum. Sayın Balkız otelin ‘utanç müzesi’ olması gerektiğini söylüyor. Bununla birlikte otel yıkılsın anıt kurulsun diyen alevi dernekleri de var. Devlet bakanı Sayın Faruk Çelik ise kütüphane kurulmasını arzu ediyor.

Ama her ne yapılırsa yapılsın bu kanlı eylemi planlayanların ekmeklerine yağ sürülmesin.

Daha açık söyleyeyim; bu kanlı provokasyondan amaçlanan Alevi Sünni çatışması ve kıyamete kadar sürecek bir kan davası çıkarmaktı.

Ergenekon iddianamesinde de Sayın Balkız’ın bildiği gibi bununla alakalı pek çok belge var. Kendisine suikast girişimleri de dâhil.

Derin devletin laik/anti laik karşıtlığını üretmek ve körüklemek için yıllar önce ürettiği ve kullandığı Kubilay vakası gibi Alevi ve Sünniler arasında da Madımak aynı şekilde sembolleştirilmek istenmektedir.

Utanç müzesi düşüncesi maalesef bu kirli düşünceye ve amaca hizmet edebilir.
Kerbela aynen bu gün olmuş gibi ağlarız. Acıları diri tutma şark kültürünün bir parçasıdır. Acılar sürekli yenilenir, yürekler yeniden kanar.

Madımak üzerinden olayı sürekli diri tutulup kanatmak, ağıt yakmak yerine gelecek adına aynı oyunlara nasıl bir daha düşmeyizi düşünmeliyiz. Konuyu kan davasına taşıyacak davranışlardan kaçınmalıyız.

Geçmişteki yaraları günümüze ve geleceğe taşımak coğrafyamızda maalesef ders çıkartma yerine kan davasına dönüşmesine sebebiyet vermektedir. Ve yeni eylemlere kapı açmaktadır.

Hani meşhur bir söz vardır. Maksat üzüm yemek, bağıcı dövmek değil diye. Evet, burada hem üzüm yiyelim hem de bağcıyı dövelim. Ama unutmayalım burada bağcı kirli ve karanlık eller. Devlet içindeki çeteler.

Önerim bir ‘kültür merkezi’dir. Adını her ne koyarsanız koyun. İçinde Alevi kültürün sergilendiği, Alevi gençlerinin kendi mezheplerini kaynağından öğrenebilecekleri bir de kütüphanesinin olduğu, sosyal ve kültürel aktiviteler yapan, alevi ve Sünniler arasında köprüler kuran bir kültür merkezi.

Erkam Tufan Aytav

29 Haziran 2010 Salı

Kırmızı kitap ve cemaatler

Kırmızı kitap ve cemaatler

Şu kırmızı kitap olayını bir türlü çözebilmiş değilim.

Hani o ‘çok gizli’ bir kitap var ya, ‘top secret’ olan. Daha doğrusu vatandaşa top secret olan.

Hala duymamış olan varsa bir iki cümle ile nedir bu kırmızı kitap biraz açayım. Bir iki cümle diyorum çünkü bir vatandaş olarak bu kitap hakkında pek fazla bilgimiz yok.

Buna diğer adı Milli Güvenlik Siyaset Belgesi. Bu kitabın Türkiye Cumhuriyeti ‘gizli anayasası’ olduğu söyleniyor. Bir de bildiğimiz cildinin kırmızı olduğu. İçinde neler yazığını pek az kişi biliyor.

Bu pek az kişinin içinde sauna çeteleri ve Ergenekon sanıkları da var. Belli oranda piyasaya düşmüş ama vatandaşlara hala çok gizli.

Devlet içerisinde Özel Harp Dairesi diye bir daire olduğunu ilk olarak dönemin başbakanı Sayın Ecevit’ten duymuştuk. Bu gizli kitabı da ilk olarak ‘devletin kırmızı bir kitabı var’ diyen Alparslan Türkeş’ten duymuş olduk. O gün bu gündür de duyarız.

Orada yazılı kararların hükümetler üstü olduğu söylenir.

İstihbarat bağlantılarına güvendiğim bir tanıdığım yıllar önce bana ‘hülasatül hülasa’ yani ‘özetin özeti’ diye nitelenebilecek tek sayfalık bir belge olduğundan bahsetmişti. Kırmızı kitap da o tek sayfalık belgeye uygun olmalıymış. O belge de Genel Kurmayın kozmik kasasında duruyormuş.

Sen gördün mü o belgeyi diye sorduğumda ‘evet’ demişti. Bana sadece bir cümle aktarmıştı o belgeden. O cümle devletin Türklük ve Sünnilik üzerine kurulduğu ile alakalı cümleydi. Bu cümleyi duyunca ‘hiç şaşırmadım’ demiştim. Eee konu ‘bize gizli’ olunca biz de oradan buradan duyduklarımızla bir şeyler yazmak durumundayız.

Yani anlayacağınız Türkiye aslında o kitapta yazılı kurallarla yönetiliyor.

Peki, gelen hükümet o tek sayfalık metne, ya da Kırmızı Kitap’a ters bir kanun maddesi kabul etmeye kalkarsa ne olacak?
O zaman sistemin sübapları devlere girer. İlk olarak hükümet MGK’da uyarılır, hatta tehdit edilir, gerekirse başbakan asılır. Bu güne kadar hep böyle oldu.

Ama o da ne? Kulaklarıma inanamıyorum.

‘Kamuoyunda "Kırmızı Kitap" olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi değişiyormuş, iç ve dış tehditler yeniden tanımlanacakmış. Bu bağlamda tarikat ve cemaatler tehdit olmaktan çıkarılıyormuş...’

Ama hemen heyecanlanmayın henüz çıkarılmış değil tabii ki.

Başbakanlık ve MGK Genel Sekreterliği tarafından İçişleri Bakanlığına, MİT’e ve Genelkurmay’a taslak metin gönderilmiş.
Gönderilen taslaklarda, geçmişten farklı olarak kamuoyunda yakından tanınan cemaatler yokmuş. Ana metinde “irtica” ve “bölücülük” sözleri kalıyormuş. Ancak “irticai faaliyetler” somuta indirgenerek El Kaide, Hizbullah gibi aşırı dinci terör örgütleri olarak tanımlanıyormuş.

Henüz taslak olmak ile birlikte böyle bir çalışma olması Demokratik Türkiye açısından oldukça önemli. Türkiye’de yavaş yavaş da olsa bir şeyler değiştiğinin göstergesi bu.

Kendi halkını iç tehdit olarak gören anlayış artık mevzi kaybediyor. Hadi iyi niyetle yaklaşayım fikir değiştiriyor diyelim.

Kırmızı kitapla düşman olarak görülen cemaatler ve tarikatlar bu topraklarda binyıldan beri var olan kurumlar. Bir bakıma doğu tipi sivil toplum örgütleri.

Yıllardan beri düşman gördünüz de ne oldu? Yok mu oldu bu tarikatlar ve cemaatler. Hayır, olmadı her zamanki gibi varlığını ve canlılığını devam ettirdi. Sistemin her türlü tehdidine rağmen. Çünkü bu toplumumuz için bir ihtiyaçtı, sosyal devletin karşılayamayacağı kadar önemli bir ihtiyacı karşılıyordu.

Devlet kucaklamak yerine itti onları. Aslında devletin ittiği; vatanına, milletine bağlı, vergisini veren kendi vatandaşları idi.

Bu ülkenin gerçeklerini anlama zamanıdır, kendi vatandaşları ile barışma zamanıdır artık. Devletin milleti ile milletin devleti ile. Kürt’ünden, Alevisine oradan tarikatçisine kadar.

Ancak devletin düşman olarak algılamaması başkadır meşru olarak görmesi başkadır.
Bu küçük ama önemli nüansı atlamayalım.

Daha demokratik bir Türkiye dileği ile…

Erkam Tufan Aytav

11 Haziran 2010 Cuma

PKK ve İsrail’in ortak amaçları nedir?

İki acı üst üste geldi. Hem de 3 saat ara ile.
Önce PKK İskenderun Deniz İkmal Komutanlığı'na roketatarlı saldırı düzenlendi. Amanos dağlarında yuvalanan terör örgütü mensuplarınca otoyoldan nöbet değişimi için askerleri götüren askeri araca önce RPG-7 roketatar, ardından uzun namlulu silahlarla ateş açıldı. Sonuç ; 6 askerimiz şehit oldu, 7 askerimiz ise yaralandı.
Hemen arkasından Gazze’ye insani yardım götüren Mavi Marmara gemisinde ikinci bir katliam gerçekleşti. İsrail ordusu rakamı henüz tam olarak bilinememekle birlikte savunmasız 10 kişiyi katlettiler
Biri PKK terörü, öbürü de İsrail devletinin terörü. Şimdi herkesin aklında bu iki terör eyleminin arasında bir ilişki olup olmadığı var. Henüz ispatlanmış değil ama İsrail gizli servisi MOSSAD’ın PKK’lılara Kandil’de canlı bomba eğitimi verdiğini düşünürsek bu ilişki akıldan hiçte uzak durmuyor.
İki terör eyleminde de bir ilk yaşandı. PKK ilk kez deniz kuvvetlerimize saldırdı, İsrail de ilk kez Türk insanının kanını döktü. Bütün bunlar üzerinde düşünülmeye değer hususlar.
Şimdi gelelim bundan sonrasına ve tehlikeni büyüğüne.
İki terör eyleminin de planlı olduğu muhakkak. Kendiliğinden gelişmiş bir çatışma olduğu söylenemez. İsrail gemiye çıkarken kan dökmek için çıkmıştır. Yani İsrail bunu bilerek yapmıştır.
Peki, gerek PKK’nın gerekse İsrail’in ortak amaçları nedir?
PKK’nın amacı her zaman olduğu gibi ülkede Türkler ile Kürtler arasında çatışma çıkartmaktır.
Geçen pazartesi Taraf gazetesinden Neşe Düzel’in Diyarbakır Barosu eski Başkanı Sezgin Tanrıkulu ile çok ilginç bir röportajı vardı. Sayın Tanrıkulu’nun bir ifadesi var ki çok dikkat çekici; “Kürtler, Batı’da küçük şehirlerdeki ve Ege-Akdeniz kıyılarındaki mülklerini, ‘Bir şey olursa elimizde kalır satamayız’ diye iki yıldır yavaşça elden çıkarıyorlar.”
Eğer gerçekten bu doğru ise ülkemiz için tehlike çanları çalıyor demektir. Bu güne kadar PKK terörü ve devletin yanlış siyaseti Türk ve Kürt halklarını birbirinden ayıramamıştı. Kimse kimseye yan gözle bakmadı. Umarım bu bilgi gerçek değildir.
Gelelim İsrail’in PKK’ya paralel hedefine.
Dikkat ettiyseniz İsrail derhal bir açıklama yaptı ve Türkiye’de yaşayan Musevi vatandaşların can güvenliği olmadığını ve İsrail’e dönmelerini söyledi.
İşte ikinci bir tehlikeli süreç. Eğer şu aşamada Musevi vatandaşlarımızın birinin kılına zarar gelirse dünya nezdinde çok kötü bir duruma düşeriz. İsrail’in istediği de bu zaten.
Ergenekon’dan Mossad’a oradan PKK’ya bu tür bir eylem gerçekleştirecek bir örgüt bu ülkede mutlaka bulunur. Bir Ogün Samast bulmak hiçte zor değildir.
Musevi vatandaşlarımızın Mavi Marmara katliamını derhal kınadıklarını ve büyük üzüntü duyduklarını da buradan belirteyim.

Erkam Tufan Aytav

‘Cihada’ var şevkimiz lakin takat yok!

‘Cihada’ var şevkimiz lakin takat yok!

Osmanlı son dönemi Yeniçerilere atfedilen bir sözdür bu. Gerçekten söylenmiş midir bilinmez. Ama günümüze kadar intikal etmiş bir söz işte.
Türkiye’nin şu an ki halini çok iyi anlatıyor aslında.
Gazze katliamı sonrasında yazımın başlığına Osmanlı refleksleri ile ayağa kalkıp, Türkiye Cumhuriyeti gerçekleri ile yerimize oturmak demiştim.
O zaman da dünya ayağa kalkmamıştı. Yine başta ABD olmak üzere pek çok batılı ülke idare-i kelam etmişti. ABD Newyork’da bir daire parası kadar bir miktar (5 milyon $) rakamı Gazze’ye insani yardım için ayırmıştı.
Başbakan Tayyip Erdoğan o dönem de `O bombaların altında ölen çocukların, o savunmasız kadınların, annelerin ahı yerde kalmayacak, o gözyaşları yerde kalmayacak. Allah İsrail`i cezalandıracak’ diyerek milletin duygularına tercüman olmuştu.
İsrailli yetkililer ise bu ifadeleri Erdoğan’ın duygusallığına yormuştular ve Türk halkını yatıştırmayı amaçladığına bağlamışlardı. Bunun üzerine Sayın Erdoğan’da, “Ben duygusal değilim sadece sorumluyum. İsrail’i de sorumlu olmaya davet ediyorum. İsrail’in yaptığı zulümden başka bir şey değil” diye cevap vermişti.
O zaman da ülkemizde coşkun bir heyecan hali vardı. Atıp tutuyor asıp kesiyorduk. ABD ve batı dünyası da o zaman da aynı duyarsızlık içerisinde idi. Arap dünyası da –halklar bazında-kaynıyordu. Mitingler, sloganlar gırla gidiyordu.
Aynı bugün gibi.
Ama millet olarak hafızamız maalesef biraz kötü, çabuk unutuyoruz.
Sonrasında ne oldu söyleyeyim mi; koskoca bir hiç.
Peki, bu gün durum nasıl, gene Gazze katliamı sonrası gibi öfke ile kalkıp yerimize üzerine oturacak mıyız?
Zannediyorum bu sefer de pek farklı olmayacak.
Neden olamayacak anlatayım.
İki ihtimal var. Ya Türkiye İsrail’i bu yaptıklarından dolayı cezalandıracak. Ya da dünya kamuoyunu harekete geçirip İsrail’e hesap sorulacak.
Her iki alternatif de maalesef öyle kolay değil.
Şu an son durum nedir bilemem ama İsrail ile yürütülen beş askeri projemiz var. M-60 tanklarının modernizasyonu, füze savunma sistemi, 54 adet F-4 savaş uçağının ve 48 adet F-5 savaş uçağının modernizasyonu gibi.
Terör ile mücadelede İnsansız Hava Aracını da (Heron) İsrail’den aldığımızı unutmayalım.
Sık sık dile getirilir TSK neden İsrail ile iş yapıyor, ihale veriyor diye. İşin gerçeği şudur; TSK’nın elindeki silahların pek çoğu ABD yapımı. Bu silahların parça ihtiyacı ve geliştirilmesi bizi ABD’ye bağımlı kılıyor. ABD’de o teknolojiye uyumlu silahları ve parçalarını benden değil İsrail’den alabilirsin diyor. Buna mecbur ediyor.
Hadi gidip savaşalım diyenler maalesef boş konuşuyor.
Gaza gelip kendinizi Osmanlı zannetmeyin, Türkiye Cumhuriyeti’nin şu an ki gerçekleri maalesef çok acı.
Bu gün de Mavi Marmara katliamı sonrası aynı heyecan ile esip gürlüyoruz. Araplardan halklarından alkış alıyoruz, hoşumuza da gidiyor.
Arap dünyası halkları sürekli Türkiye’ye gaz veriyor. Türkiye bayrakları ile sokaklarda boy gösteriyorlar. Peki Arap dünyasının bize bakışının altındaki bize biçtiği misyon, bu gün itibarı ile altından kalkabileceğimiz bir misyon mudur? Maalesef hayır.
Batı dünyasının oyuncağı Birleşmiş Milletler olayı kınayamıyor bile.
Millet olarak alışamadığımız uluslar arası arenadaki konumumuz, yani kaale alınmama.
Sokaktaki insanından, başbakanına kadar olan bitenler karşısında hırçınlığımız biraz bundan. İşin gerçeği millet olarak Osmanlı tarihsel mirasının altında eziliyoruz.
Hükümetin yapılabilecek her şeyi yaptığına ve yapmaya hazır olduğuna hiç şüphem yok. Ancak yapılabilecek şeyler kadar bir şey yapabilirsiniz. Yani boyunuz kadar.
O sebeple bu gün itibarı ile ülkemiz gerçeklerini halka anlatmayıp, milleti gaza getirmenin âlemi yok.
Hele Ergenekon gibi, Demokratikleşme gibi tarihi ve bıçak sırtı bir süreçte hiç alemi yok.
Ama bu sefer dünya kamuoyunu harekete geçirme ve Gazze’ye yapılan ablukanın kaldırılması konusunda eskiye nazaran daha etkin bir durumdayız.
Hamasi şeyler yazsa idim eminim çok hoşunuza giderdi. Maalesef durum budur dost acı söyler.
Beklenen prangalarından kurtulmuş, itibarlı ve güçlü bir Türkiye’dir…

Erkam Tufan Aytav

Fethullah Gülen : "Faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmak”

Fethullah Gülen : "Faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmak”

İşte bam teli cümle bu.
Mavi Marmara katliamını sonuç veren eylem hakkında Sayın Fethullah Gülen’in açıklaması gündeme bomba gibi düştü.
Toplumda esen rüzgâra ters bir açıklama yaptı. Adeta rüzgâra karşı yürüdü. Hocaefendi bu sözünün toplumda nasıl algılanabileceğini bilmemesi mümkün değildi elbette. Ama her şeye rağmen popülizme girmedi ve bildiği gerçeği büyük bir cesaretle açıkladı. Şöyle bir ortamda doğru bildiği uğrunda rüzgâra ters yürümeyi ancak Sayın Gülen yapabilirdi. Her türlü tepkiyi göğüsleme pahasına bu açıklamayı yaptı.
Sayın Gülen basına verdiği röportajdan önce verdiği taziyesinde; ‘Gazze'de yaşanan insanlık dramına son verebilmek beklentisiyle yola çıkan, uğradıkları müessif saldırıda hayatlarını kaybederek şehit olan insanlarımıza Allah'tan rahmet diler, başta aileleri olmak üzere; milletimize ve insanlığa taziyelerimi bildiririm’ demişti.
Hemen arkasından da büyük cesaret isteyen o çarpıcı açıklamasını yaptı. Açıklamasında "Faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmak” cümlesi izin almak için her türlü yol denenmeliydi ifadesinin dayanağını teşkil etmektedir.
Bu cümle Sayın Fethullah Gülen Hocaefendi’nin hizmet felsefesinin temelini ifade eder. Bu felsefenin Anadolu’nun derinliklerine uzanan Mevlanalara, Yunus Emrelere, Bediüzzaman Said Nursilere dayanan kökleri vardır.
Şimdi bu cümleyi biraz açalım ve anlamaya çalışalım.
Sonuç alamama, hatta şartları aleyhinize çevirebile riski olan davranışlara girmemektir esas olan. Bu kavga, anarşi ve sokak eylemlerine alabildiğine kapalı olmayı gerektirmektedir. Problemleri zamana yayarak çözmeye çalışmayı işaret eder. Bu felsefe çatışmacı değil uzun vadede çözüm arayıcıdır.
Size bir örnek vermek istiyorum. Cumhuriyetin ilk yıllarıdır. Ülkede pozitivizm rüzgârlarının sert estiği bir dönem yaşanmaktadır. Her şeyi tabiat yarattı fikri hâkim söylemdir. Bir grup öğrenci devrin büyük âlimlerinden Bediüzzaman Said Nursi’ye gelir. Okullarda öğretmenlerinin kendilerine Allah’ı anlatmadıklarını söyleyerek şikâyet ederler.
Bediüzzaman’ın cevabı çok ilginçtir. ‘Allah’a inanmayan o öğretmenleriniz aslında sizlere biyoloji, kimya gibi dersleri anlatırken farkında olmadan Allah’ı ve kudretini anlatıyorlar’ demiştir. Bir bakış açısı, farklı bir perspektif getirmiştir.
Bediüzzaman gençleri ‘demek öyle siz de direnin, sesinizi çıkarın’ değip gençleri kışkırtmamış, sokağa dökmemiş ve bir nesli devletle çatıştırarak telef etmemiştir. Çevresindekileri hep müspet harekete yönlendirmiştir. Buna rağmen devlet Bediüzzaman’dan hiç hoşlanmamış, ona hayatını zindan etmiştir. Onun bu eziyetlere tepkisi ise ‘bana bunu reva görenlere karşı bile hakkı helal ediyorumdur’. Bu tepkisi ile amacı kendisine bağlıların sistemle, devletle çatışmacı bir başkaldırı ilişkisine girme ihtimalini ortadan kaldırmaktır.
Bediüzzaman’ın eylem tarzının adı müspet harekettir ve toplumun önemli bir kısmında karşılığını bulmuştur. Buna mukabil bu eylem tarzını benimsemeyen, hatta korkak bulan çatışmacı bir dil üzerinden çözüm arayan İslami hassasiyetleri olan kitleler de toplumumuzda var olagelmiştir.
Ezilmek, haksızlığı uğramak, ötekileştirilmek karşısında duyulan öfke bu çatışmacı dilin temelini oluşturur.
‘Ezilmişlerin, ötekileştirilmişlerin’ İslam yorumu reaksionerdir, elektriklidir, kavgacıdır, hissidir ama aynı zamanda çok ta samimidir. Gerekirse canını vermekten geri kalmaz. Böyle olması da anlaşılabilir bir durumdur. Zülüm karşısında öfkenin dışa vurumudur bu. Ama maalesef aynı zamanda manipüleye de açıktır.
Ortadoğu bu tarz eylemlerin merkezidir. Gerek yerel, gerek global zalimlerin zulümleri karşısında ezilmiş, sömürülmüş, zenginlikleri elinden alınmış, hatta ümitleri ellerinden alınmış kızgın kitlelerdir bunlar. Öfke ve kin boşalması mitinglerde, şehit cenazelerinde ortaya çıkar. Ama öfke nereye kadar varır işte bunu kimse bilemez. Saman alevi gibidir bu tarz eylemler her an kontrolden çıkabilir ve eylem sahibine zarar verebilir.
Ülkemizde de 1950’lı yıllardan bu yana merkeze tutunmaya çalışan, sistemin beyaz unsurları tarafından itilen öfkeli kitle, Ortadoğudaki öfkeli kitle ile duygu paylaşımı yaşadı. Bu da siyasetten, sokak hareketlerine oradan insan ilişkilerine her şeyi etkiledi. Bu süreç bu gün de yaşanmakta.
Bu gün Mavi Marmara katliamı karşısında ‘ayol ne oluyoruz Ortadoğu’daki görüntülerin birebir benzeri bizde de var’ yaklaşımı ülkemizin gerçeklerinden uzak yaşamamın bir sonucudur.
Benzeş, paylaşılmış duygular benzer görüntüleri netice verdi.
Konuyu toparlarsak ülkemizde ‘aynı acıyı hisseden ama farklı tepki veren’ iki ayrı eylem tarzı vardır.
Biri çatışmacı öbürü ise sistem içerisinde kalarak problemi çözme yaklaşımı.
Hoşnutsuzluğun mobilizasyonu
İşte Fethullah Gülen Hocaefendi gibi fikir önderleri sistem karşısında hoşnutsuzluğun yaratmış olduğu enerjiyi müspete yönlendirmiş ve hep çevresini otoriteye başkaldırı adına sokak hareketlerinden uzak tutmuştur. Uzun vadeli ve kalıcı çözümler önermiştir.
Mavi Marmara katliamı karşısında herkes gibi benimde kalbim öfke ve acı hissetmekte. Hissiyatım sokaklara çıkıp bağırıp çağırmayı istiyor. Aklım ise Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yaklaşımının aklıselimi temsil ettiğini söylüyor.
Faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmanın ülkemizin ve Müslümanların hayrı olmayacaktır. Bu otorite zalim de olsa.
Gördüğüm kadarı ile İHH’nın tek amacı yardımın Gazze’ye oluşması değildi. Öncelikli amacı ambargoyu kaldırtmak için dünyanın dikkatini çekmekti. Yoksa yardım Mısır Refah kapısı üzerinden ulaştırılması mümkündü. Gazze’ye yardım götüren Kimse Yokmu Derneği bu güne kadar 3.309.010,50$’lık yardımı Refah sınır kapısından bizzat Gazzelilere ulaştırdıklarını biliyorum. Kimsenin burnu kanamadan bu yardımlar yapıla geldi bu güne kadar.
Bunun için Sayın Gülen gemiler daha harekete geçmeden, İsrail'in nasıl tepki vereceğini tahmin etmenin güç olduğunu, bir sorun çıkmaması için diplomatik yolların sonuna kadar zorlanması gerektiğini söylüyordu. Bu sağlanamayacaksa, kritik bir zamanda Türkiye'yi savaşın eşiğine getirecek bir krize meydan vermemek için başka yolların aranması gerektiğini ifade etti.
Bu paralelde Dışişleri Bakanlığı ve MİT, İHH yetkilileri ile görüşmesine ve uyarmasına rağmen uyarılar dikkate alınmadı. Hatta hükümet milletvekillerini gemiye binmelerini önledi.
Henüz olay çok sıcak. Şehitlerimizin naaşları ortada. Gerekli tepkiler verilmelidir ama aklıselimi elde bırakmamak kaydı ile.
Arap dünyasının tepki ve sloganlarına benzeşen tavır ve davranışlarla bir sonuca ulaşılabilseydi, Araplar bu güne kadar ulaşılırdı zaten.
Aklıselimi ve soğukkanlılığı elden bırakmayalım.

Erkam Tufan Aytav

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Bu Ergenekon Başka Ergenekon

Bu Ergenekon Başka Ergenekon

Üç ayrı Ergenekon’umuz var artık. Ama üçü de birbirinde çok farklı. Şimdi kısaca teker teker bu üç Ergenekon’u masaya yatıralım.
Birincisi Türklerin tarih sahnesine çıktıkları Ergenekon destanı. .
Efsaneye göre düşmanları tarafından hile ile yenilgiye uğratılan Türklerin kökü kazınmak istenir. Yalnızca bir çocuk kurtulur. O çocuğu da dişi bir kurt emzirir. Bu çocuk üzerinden Türkler Ergenekon ovasında yeniden çoğalırlar. Çoğalıp ovaya sığamaz olunca, büyük bir ateş yakarak dağı eritip çıkış yolu açarlar. Efsaneye göre çıkışta bir bozkurt, Türkler'e yol gösterir. Türkler, bozkurtun önderliğinde, Ergenekon'dan çıkarlar.
Yani tarih sahnesine çıkışın destanıdır bu Ergenekon.
Gelelim ikinci Ergenekon’a. Bu Ergenekon’u artık hepimiz çok iyi biliyoruz. Bir efsane değil. Darbe ve suikast planları yapan, Türkiye’yi cephaneliğe çeviren karanlık bir çete. Kanlı bir örgüt.
Planlanan bütün pisliklerin ortaya çıktığı, milletçe uçurumun kenarından döndüğümüz sürecin adıdır bu Ergenekon.
Şimdi hepinizin merak ettiği üçüncü Ergenekon’a gelelim.
Bu Ergenekon dünyanın dört bir yanında eğitimcisi ve iş adamı ile bütün bir milletin, el ele gönül gönüle ortaya koyduğu eğitim hamlesidir. Dünyada millet olarak yeniden varım diyenlerin sesi ve soluğudur.
Bu üçüncü Ergenekon birincisi gibi efsane değil, tamamen gerçektir. İkincisi gibi bu milletin önünü kesmek, dünyaya kapılarını kapatmak için yola çıkmış bir oluşum da değildir. Tamamen Anadolu insanının dişinden tırnağından arttırarak yaptığı sevgi hamlesidir. Türkiye’den dünyaya uzanan sevgi elidir. Bu bir şahlanış, bu bir ben de varım demektir.
Hepimiz ekranlardan izliyoruz. Hem de gururla ve gözyaşları ile Türkçe olimpiyatları için 115 ülkeden gelen rengarenk çocukları.
Peki, neden bu gözyaşları? Neden bu çocukları izlerken benim gibi pek çok kişi ağlıyor?
Ezilmiş, bastırılmış, eli kolu bağlanmış, onuru kırılmış bir milletin yeniden şahlanışı diye mi?
İddia ediyorum Türkçe; Türklerin Ergenekon ile dünya sahnesine çıkmasından bu güne hiç bu kadar yayılmamıştı. Kolombiya’dan Kamboçya’ya, Madagaskar’dan, Sibirya’ya kadar.
Bu Ergenekon milletçe hapis kaldığımız misakı milli sınırlarının dışına taşıp bütün dünyaya çıkışın adıdır.
Bu çocukları gözyaşları ile seyrederken başta bu hareketin mimarı Sayın Gülen olmak üzere Türkçenin kahramanları fedakâr eğitim gönüllülerinin ellerini hürmet ve saygı ile öpüyorum.

Erkam Tufan Aytav

Türkçe Olimpiyatları ve Atatürk

Türkçe Olimpiyatları ve Atatürk

Belki bilmeyenleriniz olabilir. Haftada iki gün Analiz adı altında Burç FM’de program yapıyorum.
Bu hafta dosya konum Türkçe olimpiyatlarıydı. Konuklarımdan biri de Toktamış Ateş’ti.
Sohbetimiz geldi çattı Atatürk’ün idealleri, hayalleri açısından Türkçe olimpiyatlarını değerlendirmeye.
Toktamış hocaya şunu sordum; Atatürk bugün yaşasa idi 115 ülkeden gelen gençlerin Türkçe konuşmalarına, Türkçe için yarışmalarına ne derdi? Dünyada Türkçenin bu kadar yaygınlaşması karşısında neler düşünürdü?
Bu soruyu sormakla birlikte ‘Atatürk bugün yaşasaydı’ cümlesi ile başlayan ifadeleri pek sevmem. Bu genellikle Atatürk’ü dogma haline getirenlerin veya 1930’ların dünyasına sıkışmışların çok sık kullandıkları bir ifadedir bu.
Türk diline büyük önem vermiş, Türk Dil Kurumunu kurdurmuş, ‘milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkartmalıyız’ demiş ve bunu hedef göstermiş bir Atatürk gerçekten 115 ülkeden gelmiş Türkçe konuşan gençleri görseydi ne derdi, nasıl düşünürdü acaba?
Kimsenin Atatürkçülüğünden şüphesi olmayan Toktamış hoca bu sorunun tam muhatabı diye düşündüm ve sordum. Aldığım cevap çok çarpıcıydı. Hoca aynen şunları söyledi;
‘Atatürk; Türkçe olimpiyatlarını yapanların, emeği geçenlerin alınlarından tek tek öperdi hiç kuşkun olmasın. Dünyanın her yerinde o öğrencileri yetiştiren öğretmenlerimizin özverisinin, çabalarının değerinin ölçülmesi mümkün değil’.
Ben de aynı kanaatteyim. Evet, Atatürk bu öğretmenlerin alınlarından tek tek öperdi.
Şimdi kimileri açısından ilginç, kimileri açısından ters gelecek bir tespitte bulunmak istiyorum.
Diyorum ki eğer Atatürk ilke ve inkılâpları olmasıydı, bütün dünyada kabul gören, insanların çocuklarını vermek için yarıştıkları bu okulları açmak mümkün olamazdı. Dolayısı ile Türkçe olimpiyatlarını düzenlemek de mümkün olamazdı. Düşünsenize başlarınızda fesler ve Arap harfleri ile dünyanın neresine okul açabilirdiniz?
Bu fikri belki çok uçuk görebilirsiniz. Eğer Atatürk olmasa idi Osmanlı kendi süreci içinde zaten bu yöne evirilecekti ve eviriliyordu da diyebilirsiniz. Veya konuya başka türlü yaklaşıp batılılaşma sürecini yerden yere de vurabilirsiniz.
Ama gelinen nokta itibarı ile Türkiye’nin mevcut ‘vizyonu’ bu okulların açılmasında çok ciddi bir alt yapı oluşturmuştur.
Bu okullar Cumhuriyetin kazanımı ve sonucu olduğu gibi bu okulların meyveleri de Türkiye’nin kazanımıdır.
Çünkü Türk okullarının dünyanın her yerinde varlığı milli kültürümüzün küresel dünyada dolaşıma girmesi, küreselleşme içinde kendisine yer bulması demektir.
Bu öğretmenler sayesinde Türkiye sevgisi okulların açıldığı her yerde yaygınlaşmaktadır. Hem de devletin kasasından tek kuruş almadan. Aynı Milli mücadeledeki gibi fedakârlık temeli üzerine.
Evet, bu bir başlangıçtır, okullar daha yeni yeni meyve vermektedir. Ama bu geleceğin Türkiye’si adına ümit tohumlarıdır.
Bu sebeple Atatürk bu Türkçe kahramanları genç öğretmenlerin alınlarından tek tek öperdi.
Demek yıllarca sadece Türkçenin lafını etmişiz. Muasır medeniyetin üstüne çıkalım deyip oturmuşuz. Ama birileri laf değil iş yapmış. Hem de her şeye rağmen. Şimdilik bu her şeye rağmenin sadece altını çizip dikkatinizi çekiyorum. Her şeye rağmen ne demek bunun açılımını başka bir yazıya bırakıyorum.
Bu işler Çiçek Pasajı’nda oturup rakı içerken memleket kurtarmaya benzemez. Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz.
Erkam Tufan Aytav
4 Nisan 2009

28 Mayıs 2010 Cuma

Sayın Sarıgül parti kurarsa plan bozulur mu?

Sayın Sarıgül parti kurarsa plan bozulur mu?

Baykal’ın gidişi ve Gandi Kemal lakaplı Kemal Kılıçdaroğlu’nun gelişi üzerine senaryolar havalarda uçuşuyor.

Kasetin dış bağlantılar üzerinden kotarıldığını iddia edenler de var, Ergenekon üzerinden açıklayanlarda. Veya her ikisi birden.

Darbelerle, anti demokratik yöntemlerle AKP’yi alaşağı edemeyeceklerini gören mihraklar tek çareyi Deniz Baykal’ı götürmekte buldular senaryosu en yaygın olanlardan.

Senaryo şöyle; Sayın Baykal ile %20 oyu geçmesi mümkün gözükmüyordu CHP’nin. Darbe de yapamıyorlardı. Bütün planları daha uygulama safhasına geçmeden deşifre oluyordu. O zaman sandıkta patlama yapabilecek birinin partinin başına getirmesi gerekiyordu.

Sayın Baykal partinin başından gitmeye direnince kaset piyasaya sürüldü.

Evet, senaryo böyle. Dedim ya senaryo, hiçbir şeyin gizli kalmadığı ülkemizde neyin ne olduğunu zamanla göreceğiz.

Ama her kim o çekimi yaptı ise amaçlarına kesin ulaştıklarını söyleyebiliriz. En azından şimdilik.

İnsanın dost bildiklerinden kazık yemesi kadar ağır bir şey yoktur. Kullanılıp kullanılıp atılmak buna denir işte.

Yıllardan beri kendisini alkışlayanlar birden bire sırtlarını döndüler.

Sayın Baykal’ın istifa ettiğindeki milletvekili ve delegelerin gözyaşlarını hatırlayın ve bir de evinin önündeki ölüm oruçlarını.

Sonra ne oldu ise her şey birden tersine döndü. Gözyaşları ve ölüm oruçları unutuldu, rekor denecek bir oy ile Sayın Kılıçdaroğlu partinin başına geçti.

Çok garip bir tornistandı. Birkaç gün içinde neler döndü henüz bilmiyoruz.

Malum medyanın tavrı da ibretlikti. Sayın Baykal’ın bitirilmesi ve defin işleriyle bizzat meşgul oldular. En son ortaya attıkları yat satın aldığı haberi de mezarın üzerine beton dökme gayretiydi.

Ve Sayın Baykal kesinlikle geri dönmemeliydi.

Malum medya hatırlarsanız ıslak imzalı, TUBİTAK, Jandarma Kriminal, Emniyet Kriminal onaylı raporlara rağmen Albay Çiçek’in belgesine inanmamıştı. Ama Sayın Baykal’ın olduğu iddia edilen görüntülere anında inandı. Hele bir araştırılsın, uzman görüş alınsın demedi. Çok ilginç değil mi?

Sayın Baykal’ın bitirilmesi ve Gandi Kemal lakabı ile Sayın Kılıçdaroğlu’nun piyasaya sürülmesi böylesine ilginçliklerle devam ediyor.

İstanbul sermayesinin ‘Gandi Kemalle’ anlaştığını, var güçleri ile desteklediklerini, Sayın Baykal’ın geri dönmesinden ve Sayın Sarıgül’ün parti kurmasından büyük endişe duyduklarını bilmem ifade etmeme gerek var mı?

Sayın Baykal dönebilir mi pek emin değilim ama Sayın Sarıgül’ün partisini kurması hesapları bozabilir.


Erkam Tufan Aytav
28 Mayıs 2010